İnsan, var olduğu günden bu yana doğa ile mücadele içinde olmasına rağmen hiç bir zaman, kullandığı araçların geliştiği ve Kapitalizme yenik düştüğü günden sonraki kadar yıkıcı olmadı. Özellikle Kapitalizmin kök saldığı 2. Dünya Savaşı’ndan sonra etrafındaki tüm canlı ve cansız varlıkları acımasızca tüketmeye ve yok etmeyi sürdürdü.
1970’lerin başında tahribatın ciddiyetini kavrayan bazı çevreler, yeryüzünün geleceği için endüstriyelizmin bir an önce terk edilmesi ve ekonomik büyümenin gerçek ihtiyaçlar ile sınırlandırılması gerektiğini dile getirerek; çevresel adalet için insan merkezli yaklaşımları bir an önce terk edip, yaşamı eko-merkezli bir bakış açısıyla sürdürmenin zorunlu olduğunu savunmaya başladılar. İlk başlarda çevrecilik olarak tanımlanan bu yeni akım, süreç içerisinde çok ciddi bir ayrışma yaşadı.
Çevrecilerin bir kısmı, bugün ülkenizdeki çoğu çevreci oluşumlar gibi çevreci hareketi adeta bir “çiçek, böcek” hareketi ya da “plajdan çöp toplama faaliyeti” olarak gördü. Onlar doğayı sevdi; bakir bir koyda yazlık yaptı ama o yazlıkta konforunu bozan balık çiftliklerini istemedi. Kendisi yeşillikler içinde bir yaşam kurdu ama daha fazla insanın gelerek o yeşile zarar vermemesi için itiraz etti.
Bu tür çevreci hareketi “doğa sevici” hareket olarak tanımlamak pek de hatalı olmayacaktır. En azından biz öyle tanımlıyoruz.
Diğer tarafta ise gezegenin ve üzerinde süren yaşamın kurtuluşu için toplumsal ve siyasal olarak bir dönüşümün kaçınılmaz olduğunu, Kapitalizmin yön verdiği tüketim alışkanlıklarının terk edilerek endüstiriyelizmin sadece ve sadece gerçek ihtiyaçlar ile sınırlandırılmasını gerektiğini savunan bir çevreci hareket gelişti. Onlara göre insan, doğayı sömürülecek bir araç olarak görmekten ve doğa üzerinde kurduğu tahakkümünden vaz geçmeli; diğer tüm canlı ve cansız varlıklar ile yatay ve hiyerarşisiz yaşamı düzenleyecek köklü değişimi gerçekleştirmelidir. Bu yaklaşıma göre; Endüstriyelizm, insanların tüketim alışkanlıklarına ve yaşam biçimlerine hakimiyet kurduğu gibi, doğanın üzerinde de hakimiyet kurar. İnsanı sınıflandırmalardan, etnik ve sosyal kimliklerden uzak salt bir tür olarak görür ve bu durumu politikalarına da yansıtırlar.
Bu iki çevreci yaklaşım arasındaki anlayış farkı, zaman zaman birbirlerine dokunmakla birlikte yukarıda doğa sevici olarak adlandırdığımız hareketi çevreci hareket, diğerini ise ekoloji hareketi olarak birbirinden uzaklaştırdı.
Türkiye’de ekoloji mücadelesi ne durumda?
Genel olarak ekoloji hareketleri, mücadele alanlarının koşulları ve beslendiği toplumun karakteri ile ideolojik temelleri olan mücadeleler şeklinde gelişir ancak, Türkiye’de ekoloji hareketinin beslendiği alanlarda fiili mücadelenin ne ideolojisi ne de dili yeterince gelişemedi. Nasıl bir saldırıyla karşı karşıya olunduğu ve neye karşı mücadele edilmesi gerektiği konusunda ortaklaşılamadı.
Ekolojik tahribatın çok daha net görülebildiği kırsal alanlarda bulunan köylerde mücadele eden köylüler, başlarına gelen felaketi savuşturma dışında başka herhangi bir talepte / mücadelede bulunamadı. Diğer yandan mücadeleler emek mücadelesi olarak da görülemedi çünkü göç olgusu ile boşaltılan köylerde bugün üretim neredeyse bitmiş durumda.
Yürütülen “kalkınma”, “ilerleme”, “yatırım” propagandası ve kentlerdeki şaşalı yaşam algısı, zaten endüstride gerekli ucuz iş gücünü sağlamak için çeşitli yollarla boşaltılan köylerin her geçen gün biraz daha boşalmasına neden olurken, köylerin özellikle son 15-20 yıldır emekliliğin huzur içinde geçirileceği yerler olarak görülmesine neden oldu. Bu durum, köy mücadele alanlarındaki ekoloji mücadelelerinin karşı çıkış, köylünün huzurunun kaçması, yabancının köye gelmesindeki rahatsızlık ya da köyünü başkası ile paylaşmama isteği veyahut da planlanan faaliyetin kendilerine ne yararı olacağı, dedesinin emek verdiği bağın – bahçenin elinden gideceği üzerinden ve “kalkınma olsun ama kendi köylerinde olmasın” cümlesi ile ifade edilebilecek bir temele üzerine sıkışarak gelişti. Ekoloji mücadelesi, mücadelelerin yürütüldüğü bölgelerde olumlu ya da olumsuz sonuç alınana kadar süren ve zaman zaman silik, zaman zaman ise anlık parlamaların görüldüğü bir yapıda gelişimini sürdürdü. Zayıf bir temel üzerinde kurulmasından kaynaklı olarak toplumsallaşamayan ekoloji mücadeleleri, yerellerde birbirinden kopuk ve dağınık bir şekilde kaldı.
Ekoloji mücadelesine dair bir dilin oluşabilmesi de zaman alan bir süreç. Türkiye’nin koşullarında, yanıp sönen, devamlılığı olmayan, toplumun geniş kesiminin ilgi göstermediği, gösterse bile mücadele alanında bunun hissedilmediği bir süreçte yeterince ortaklaşan bir dil de kurulamadı. Aynı sebeplerden ekoloji mücadeleleri en azından köyler bazında siyasallaşamadı.
Zaman zaman toplumsallaşma yolunda önemli adımlar atılsa da kendi koyduğu hukuk kurallarını istediği gibi eğip büken iktidar, farklı farklı yöntemler kullanarak bunun gerçekleşmesinin önünü kapamayı başardı. Bunu bazen artan öfkenin yönünü değiştirerek gerçekleştirdi, bazen göz boyayarak / aldatarak, sıklıkla da ekolojik yıkımın önüne geçmek için mücadele eden ve kendini yaşadığı gezegene karşı sorumlu hissedenlere uyguladığı zor ile engelledi.
Ekoloji mücadelesinin dili tam olarak oturtamadığından, bugün Kazdağları’nda yürütülen mücadele ulusalcı çizgiye çekilebiliyor, bir yerdeki mücadele diğer yerdeki mücadeleye adeta ihanet edebiliyor. Çoruh’ta, Hasankeyf’de, Munzur^da aslında ülkenin her yerinde yıkım acımasızca sürerken güçlü bir söz üretilemiyor.
Bugün yok olan Amazon Ormanları sadece Brezilyalıların değil aynı zamanda bizim bir sorunumuzdur. Çünkü Ekolojik yıkım gezegeni yok ediyor. Gezegen ise bir bütün ve bizim gerçek yuvamızdır.
Tam da bu nedenle ekoloji mücadelesi farklılıklarıyla birlikte bir arada bütün olarak yürütülmelidir. Üstelik ne sadece insan için ne de sadece doğa için veyahut da sadece hayvan için. Çünkü bir yerde yıkım sürerken başka bir yerde engellenen yıkım gerçek anlamda engellenmiş sayılmaz.
D. Şener Yıldırım