Kiraz Özdoğan
Babamların balkonunun altında oturuyorum. Begonvilin pembesi zaman zaman gözümü alıyor. Yeniden tez yazmaya başlamışım, leylek sürüleri yarımadamızı terk etmeden onları havada görmüştüm, bu kahredesi dünyada küçük bir mutluluk kaynağı. Leyleklerin yerine sığırcıklar gelmiş. Sırf bunun için her yere defne ağacı ekmeli, çünkü defnenin meyvelerine bayılıyorlar, ben de her sonbaharda onların bahçemize gelip bir konçerto vermesine tutkunum. Genç bir defne ağacı var, hemen üç adım ötede, ilerideki diğer defne ağacının çocuğu. Sığırcıklar, bu defnenin dalları üzerinde bir ondan bir ona zıp zıp zıplıyor, bir yandan da cik cik konuşuyorlar. Gülümsüyorum, meyvelerin en lezzetlilerini seçme şansları var; çünkü bütün dallar dolu. Beğenmediklerini atıyorlar, ağızlarından çıkarıyorlar resmen. Tık tık düşüyor, toprağa düşenleri seneye fide olacak, düşmeyenleri de kompost. Ve ben bu fideleri, yine arkadaşlarıma dağıtma telaşına gireceğim. Zor bir çaba; çünkü defne saksıya hapsedilmeyi sevmiyor ve İstanbul’da çok az insan bahçeli evde yaşıyor. Ben yine de direniyorum, her yıl fide dağıtmak için. Sığırcıklar, hala defne dallarında. Bilgisayarın yorucu ekranına bakmaktansa, onları izlemeyi ve dinlemeyi tercih ediyorum. Sonra gözüm başka dallara kayıyor. Bahçede onları besleyebilecek kaç ağaç var. Sayıyorum; çitlembik, çam, ceviz… fena sayılmaz, diğerlerinin zamanı değil.
Sonra kargaya erişiyor gözüm, benim çocukluğumun simsiyah kargaları değil. Leş kargaları ismiyle bilinen kargalarla yaklaşık yirmi yıldır selamlaşıyoruz. Bu kaçıncı tez yazışıma tanıklık etmişlerdir, söylemeyeyim, yaşım ortaya çıkar. “Bu kız yine oturmuş ne yazıyor ?” “Şu bilgisayarın kablosundan ne güzel yuva olur” diye düşündüklerine eminim. Bir keresinde -lisedeydim-yavrularından birini köpeğimizin elinden kurtarmıştım. Zira köpeğimiz Ares ile kargaların arası, malum sebeplerden iyi değildi. Yavru karga, uçma egzersizinde sınıfta kalmıştı anlaşılan, balkonun altında köpeğin erişemediği bir yere tünemişti. Köpek ise bir büyüklere bir küçüğe koşturup duruyordu. Bendeniz, ebeveyn kargalardan ve onların dostlarından korkarak yavruyu aldım. Bu yavrucuk da sanki kırk yıldır tanışıyormuşuz gibi hiç naz etmedi, hop elime zıplayıverdi. Köpekle kavga etmekle meşgul olan karga ahalisi de bu duruma sevindi sanırım ki bana hiç saldırmadılar. Halbuki ben bir kaç sorti bekliyordum. Ama olmadı. Sanırım bana güvendiler. Yavru karga halinden memnundu. Bir gece bizde misafir olurken, ben köpek ve kargaların birbirleriyle kavgasından yorulduğum için ertesi gün onu yüksekçe bir dala bıraktım. Yavrucuk zıp zıp yukarı çıktı. Kargalar hiç unutmazmış, öyle anlatırlar. Normalde bir karga cevizi betona kırmak için attı mı, alırsanız vay halinize, 90 yıl uğraş dur. Artık o karganın intikamı nasıl olur bilmiyorum. Bizimkilerle aramız iyi. Mesela ben giderek daha fazla ceviz ağacındaki cevizleri bizim için yere attıklarından emin oluyorum. Bir ceviz için birbiriyle kavga ederken bizim almamıza hiç ses çıkarmıyorlar. Kesinlikle normal değil. Bazen belki dönüp alırlar diye bekliyorum, çünkü en çok onların hakkı olduğunu düşünüyorum. Üstelik ceviz ağacını da onlar ekti, biz değil (En güzel ceviz karganın ektiği ceviz derler). Ama yok, onlar düşenlere dönüp bakmıyorlar bile. Biz de mecbur topluyoruz. Sağ olsunlar onlar olmasa asla toplayamayız.
Bir tanesi malta eriğinin üstünde dolaşıyor. Babamın gerisini bir türlü getiremediği “Kartal kalkar, dal kalkar” tekerlemesindeki gibi ince dalları, karga bir daldan bir dala atladıkça kalkıyor. “Karga kalkar, dal kalkar…” Yeni çiçeklenmiş malta eriği ve kargalar bu çiçeklerin arasında bir şeyler arıyor. Bir yandan da konuşuyor, gak gak. Merak ediyorum, kargaların ne bulduğunu. Ne olabilir ki orada ? Cahilliğime yanıyorum.
Sonra gözüm ıhlamura gidiyor, çünkü orda da bir kuş sesi duyuyorum; sanırım mavi baştan kara, serçeye benzemiyor. Emin değilim, çünkü onları genelde ilkbaharda babamın balkonunda kuşlar için verilen ziyafette görmeye alışığım. Düşünüyorum, bu bahçe kaç kuşa kollarını açmış, betonlaştırılmış ve ağaçları “düzenleştirme” uğruna güdükleştirilmiş Sarayburnu’nda. Bahçede gördüğüm ve isimlerini bildiklerimi sayıyorum: karga, serçe, güvercin, kumru, mavi baştan kara, saksağan, sığırcık… Hatta bir keresinde atmaca bile görmüşlüğüm vardı. İnanamıştım. Şöyle bir bakışmıştık ve sonra uçup gitti. Geçen akşam havanın ağardığı bir vakit, odamdan bir bülbül sesine fırladım. Düşünsenize özgür bir uçan bülbül, bahçemizde misafirdi. Özellikle bahar ve yaz aylarında arada düşen leylek ve martı yavrularını saymayı unutmamalıyım. Bir keresinde yavru martılardan biri, sanki kırk yıldır tanışıyormuşuz gibi gayet rahat bir şekilde bahçe kapısından pat pat sesler çıkararak eve girmiş, henüz lisans öğrencisiyken yeni aldığımız koltuğun koluna zıplamış, oraya bir hatıra bırakmıştı. Ne diyeyim. Ardından apartmandan çatıya çıkarmıştık, çünkü ebeveynleri çatıda yaşıyor. O gün bugündür çocukları leyleklerin değil, martıların getirdiğine inanır oldum. Kızıma da öyle anlattım. Bence martılar, kedilerden sonra dünyayı yönetmeye adaylar.
Sabaha karşı martı sesleri
Hiç sabaha karşı martı sesiyle uyandınız mı ? “Haha, haha” Bahar aylarında bizim evde ilk kez yatıya kalanlar -uykuları biraz hafifse- martıların “haha” sesiyle uyanırlar. İstanbul sokakları sakindir ve Sarayburnu’nun açık alanlarında yankı yapar. Ve martıların bu seslerini, korku filmlerindeki insanların gülme seslerine benzetenler var. Tahmin ederseniz ki yatmadan önce, iyi bir ev sahibi olarak bu konuda uyarı yapmıyorum. Deneyim, en iyi öğrenme yöntemi. Kendimce bir eğlence işte. Bazı misafirlerimiz de sabahları kuş sesiyle İstanbul’da uyanmanın şaşkınlığını yaşıyorlar. “Kuş sesi duydum!” diyorlar. Onlara da gülümsüyorum. Kuş sesiyle uyanmak şaşırılacak bir şeye dönüşmüş, düşünsenize. Sarayburnu’nun sessiz saatlerinde bu kuş seslerine takaların sesleri de eşlik eder. Bunu duyanlar daha az. Bir kaç kişi söyledi şu ana kadar. Artık denizi bahçeden göremiyoruz; çünkü sağolsun belediyemiz -başımızdan eksik olmasın- kaçak katlara hiç ses çıkarmıyor; ama denizin varlığını taka sesleriyle hatırlıyoruz. Martılar ve leylekler bize kokusunu getiriyor. Evet, benim için sabahları kuş ve taka sesleriyle ağaçların dalları arasından süzülen güneş ışınlarıyla uyanmak, İstanbul’un uğuldayan ve hiç bitmeyeceğini düşündüğüm inşaat sesleri ve korna seslerinin arasında bu şehirde güne başlamanın tek güzel yanı. Benim Tarihî Yarımada’daki “normal” hayatım yıllardır böyle başlıyor.
“Düzenli hale getiriyorum”
Düşünüyorum, bu bahçeyi İstanbul Büyükşehir Belediyesinin “elamanları” görse kesinlikle düzensiz bulur. Gözleri fal taşı gibi açılan belediye yetkililerinin, “Burası ne kadar bakımsız, ağaçlar birbirlerine girmiş” diyen suratlarını görür gibi oluyorum. Ellerinde kocaman testere ve kum torbalarıyla düzen verme hayalleri gören “yetkililer”. Zira, geçen gün yanıbaşımızdaki Magnaura Sarayı’nın tepesinde gezinen belediye çalışanlarından benzer tümceleri duydum. “Ay, ay” diye çığlık çığlığa bağırıyorlardı, ağaçların dallarından geçmeye çalışırken. Tabii ki ağaçlar özgür kaldı mı onların normlarına göre büyümüyor. Doğanın kendi kurduğu ilişki sistemi, “onların normlarına” da uymuyor. Dolayısıyla insani reflekslerle “ay ay” diye tepki veriyorlar. Buna sinirli bir şekilde gülümsüyorum. Komik gelmiyor zira.
Nitekim her yıl aşağıya sarkan morsalkımlarına, onları “düzenli” hale getirmek için (o’halleştirmek için diyebiliriz) sakal tıraşı yapmaya çalışıyorlar. Bu yüzden ablamla ben, her büyük şehrin “budama” adı altında katliam günleri geldiğinde nöbet tutmak zorunda kalıyoruz. 3-4 yıl önceydi, bir sabah elektrikli testere sesiyle uyandım. Perdeyi açınca bahçe hizasında bir adamı, elindeki testereyle morsalkımı keserken gördüm. Kan beynime sıçradı, benim de korku filmim böyle oluyor işte. Üstümü bile değiştirmeden bahçeye fırlayıp aşağıya seslendim, başlarındaki adam bir bahçıvan değildi. Bir bahçe makası ile kâğıt makasını birbirinden ayırt edebileceğinden şüpheliyim. Bir bahçıvan bulmayı niye bekliyorsam, düşünsenize bir bahçıvan taşeron kuracak, sonra da belediyeden bu katliam günlerinin aktörü olarak para alacak. Olur mu dersiniz, olur belki. Neyse, aşağıdaki adama gayet sert bir şekilde “Morsalkımın çiçeklenme mevsimindeyiz, ne yapıyorsunuz?” dedim. Beni sinirli görmeyenler için çok iyi bir zamandı, kaçırdınız. Neyi kastettiğimi anlamadı tabii ki, gayet emin ve masum bir şekilde “düzenli hale getiriyorum” diye bir cevap verdi. Düzenli! Dümdüz bir hizada olacakmış, sarmaşığın aşağıya sarkan kolları. Böyle dağınık gözüküyormuş. Biliyor musunuz, bizim morsalkımın bu sakal tıraşına maruz kalan kısmı bu “düzene” ne tepki verdi. Küstü, uzamıyor. Bu katliama seyirci kalan komşuları da cezalandırıyor. İyi yapıyor. Zira çiçeklendi mi bütün aşağı mahalleyi sarhoş edici bir koku kaplar. Gözleriniz başka bir şeyi görmez olur. O mor salkımların hangisine bakacağınızı şaşırırsınız. Mahrum kalsınlar. Halbuki benim kestiğim yerler, biliyor musunuz inatla uzuyor, hiç küsmüyor. Sanırım benim sadece başka ağaçları korumak zorunda olduğumu anlıyor ve beni tanıdığı için bana kızmıyor. Haklı, ben onun elinde büyüdüm sayılır, o benim değil. Benden yaşlı. Tıpkı İstanbul Büyükşehir Belediyesinin planında tek kayıtlı olan çam ağacımız gibi. Çam ağacı sevdası bitmiyor, bir tek onu kaydetmeye değer bulmuşlar. Bu çam ağacı, babaannem gençken ekilmiş, babaannemle birlikte büyümüşler. Babaannem balkondan ona baktıkça bunu anlatırdı. Babaannemin, küçüklüğünü hatırladığı o çam, şimdi apartmanla aynı boyda. Büyüdü, serpildi, yaşlandı ama direniyor. Şimdi benim kızım onun gölgesinde oynuyor, kargaların bize hediye ettiği fıstıkları beraber yiyoruz. Tıpkı benim çocukluğumdaki gibi. Babaannemin sevgili gülibrişimi ise bizi terk etti, ama çocukları var, bir tanesini büyütmeyi de başardım. Vermem.
Bu bahçenin “karmaşıklığında” kaç kuşak ağaç, kuş, solucan, sansar ve insan birlikte büyüdü, birbirlerine sır ortaklığı yaptı sayamam. Çünkü kime göre sayacağımı bilmiyorum. Ayrıca sayma telaşına girdim mi, bilin ki bizim bu birlikteliğimiz için “düzenin” tehlike çanları çalmaya başladı demektir. Biz böyle mutluyuz, Tarihî yarımadamızdaki karmaşıklığımızla. Düzeniniz sizin olsun.