Hemen hemen hepimiz bir tuzağın içine düştük. Sermaye tarafından ustaca hazırlanan tuzağa kapılıp ihtiyacımız olmayan şeyleri engellenemez bir şekilde ister hale geldik. Öyle ki kazancımızın çok üzerinde fiyata sahip olan şeyleri dahi satın almanın bağımlısı olduk.
Daha doğup dünyaya gözlerimizi yeni yeni açtığımızda reklamlar ile karşılaşıyoruz. Reklamların uyandırdığı arzuları tatmin edebilmek için üretime dair bildiğimiz sömürülen işgücü, zararlı atıklar ve ekolojik yıkım gibi yan etkilere rağmen hâlâ tüketmeye, ihtiyacımızdan fazlasını tüketmeye devam ediyoruz. Bunu yaparken, benliğimizin özünden uzaklaşmasına da seyirci kalıyoruz. Tüketim ekonomisi denen şey ve şirketlerin egemenliğindeki kapitalist politikalar insanı şehvet ve şiddetle metalara bağlayan ikinci bir insan doğası yarattı.
Tüketimin büyüsüne öylesine kapıldık ve öylesine bağlandık ki, hayallerimizi süsleyen objeler, kişiliklerimizi sarmaladı. İnsan doğasından duyguları söktü aldı. Yerine piyasanın fiyat etiketi yapıştırdığı bir kabuk bıraktı. Hepimiz adeta birer dilenci olduk. Tek tek tüm indirimleri takip edip, havalı objeleri ucuza alabilmenin peşine düştük. “Acayip istiyorum, bir iPhone 7’im olsun” diye yakaranları (ya da yalvaranları) duyar olduk.
Aslında sorun tüketmek değil, tatmin olmak adına kendimizi alamadan çılgınca tüketmek. Tüketmek geçmişten günümüze hem mağara hem de apartman sakinleri için ortak bir uygulamayken; tüketim çılgınlığı, tüketimi tüm insanlığın arzularını, düşüncelerini ve sosyal yapısını şekillendiren bir dine dönüştürür. Tüketim çılgınlığımız bir yandan bizi kendimizden uzaklaştırıp toplumsal hayatı yozlaştırıyor, diğer taraftan gezegendeki kaynakların tükenişini hızlandırıyor. Bu açgözlülüğümüz nedeniyle “gelişmekte” olan ülkenin bir bireyi olarak çoğumuz insanlık dışı çalışma koşullarına itiliyor, Afrika’da gıda fiyatlarının tavan yapmasına ve açlığa neden oluyoruz.
Ancak belirtmek gerekir ki, sorunun kaynağı insanlığın açgözlülüğü değil, insanlığı açgözlü hale sokan kapitalizmdir. Kapitalizm algılarımız üzerine metalar yağdırıyor adeta. Ülkeler markalara dönüştü, şehirler süpermarketlere, evler vitrinlere, insanlar tüketiciye. Logolar dolarlara dönüştü. Öyle ki, logolar artık temsil ettikleri firmanın maddi varlıklarının toplamından daha değerli hale geldi. Örnek olarak Apple, üretimini düşük ücretle işçi çalıştıran ülkelerde gerçekleştirerek yatırımının büyük bölümünü markanın tanıtımına yoğunlaştırdı. Apple’ın logosu tüm dünyada, şöhretin, kalitenin ve havalı olmanın sembolü haline geldi.
Diğer yandan geri bıraktırılmış ülkeler, daha zengin ülkelerden aldığı aynı malın karşılığını ödeyebilmek için 50 yıl öncesine göre ortalama yüzde 35-40 daha fazla çalışmak zorunda. Zenginler her gün daha çok zengin oluyor, fakirler ise onların zenginliği için her gün daha çok çalışıyor, çalıştırılıyor.
…
Peki alternatif ne?
Kapitalizme alternatif olarak gösterilen sosyalizmin kötü uygulaması, doğal olarak duyguları olan hiçbir canlının özenmeyeceği bir alternatif. Şık dükkânların vitrinlerindeki janjanlı ürünlerin büyüsü, böyle bir alternatifi yok saymamıza neden oluyor. Fakat başka alternatifler de var.
1871 Paris Komünü’nde şehir kısa süreli bir kendi kaderini tayin deneyimi yaşadığında ya da 1968’de öğrenciler ve işçiler tarihi yazanlar haline geldiğinde bu imkânlardı ışıldayan. 2013’te kıvılcımlar Gezi Parkı’nda, Atina’nın, New York’un sokak ve meydanlarında yeniden parladı.
Sadece en varlıklıların sahip olabildiği zevkler toplumun adaletsizliğinin ortadan kalktığı, insanın insan, hayvan ve doğa üzerinde kurduğu tahakkümünün son bulduğu ve üretim araçlarının kolektif olduğu bir dünya nasıl olurdu?