Medeniyetin “yıkım” gücünü hissetmiştir sanki ilk insan toplulukları. İnsan türünün yarattığı kültürlerin desteğiyle gerçekleşen dönüşüm, doğanın tahakküm altına alınmaya başlandığını gösterir, çünkü.
Göktuğ Halis
Modern anlayışa göre, İsa’dan önce 10 binli yıllar, insan türünün Dünya gezegeni içindeki yolculuğu açısından kritik bir önem taşıyor. “Tarım” ve “Yerleşik hayat” gibi medeniyet unsurları bu zaman diliminde kökleşti ve insan toplulukları köklü bir yaşamsal dönüşüm içine girdi.
Bu dönüşümle birlikte “insan” kendini “evrenin” merkezine yerleştireceği gelişkin felsefi spekülasyonların temellerini inşa etmeye de başladı. Yeni kültürel form, öncekinin aksine “savunma misyonundan” sıyrıldı, doğaya sistemli saldırı anlamına gelen “medeniyet” eksenli bir farklılaşmaya tabi oldu
İnsanı doğanın biricik varlığı saymak
Modernite, “medeniyet” kavramını büyük bir heyecanla sahiplendi. Doğaya yönelmiş saldırının; insanın doğanın incisi olarak görüldüğü bir dayanağa ihtiyacı vardı.
İnsanı merkeze yerleştiren yaşam ve tarih görüşünün, modernizm ile başladığı anlamına gelmiyor bu. Bundan daha önce ve tam da bu benzerlikten ötürü “modern” takısı alan “tek tanrılı dinler” de bu yanılgıyı yaşatıyordu. Örneğin İslam’a göre dünyanın tüm nimetleri “insana” rızk olsun diye verilmiştir ve Musevilikte, Adem’e secde etmesi emredilen tüm diğerlerinin; özellikle de secdeyi reddeden varlığın “İblis” olarak nitelenmesini hatırlayalım.
Yine de, tüm diğerlerinin “insana” biatı, takıntı-hastalık düzeyine ulaşması için Batı Medeniyeti’nin yükselişini beklememiz gerekti.
Kültür hayvanlarda da var mı?
Medeniyet önemli bir kavramdır; büyük bir değer taşımaktadır. Çünkü yalnızca insana aittir. Anlamı
1- İnsanın hayvan olmaktan uzaklaştığını,
2-Tüm doğaya hakim olmaya başladığını gösterir.
Bir diğer deyişle medeniyet “insanı doğanın en önemli varlığı” olarak sunan bir tarih algısının merkezinde oturmaktadır.
Benzer bir şeyi yakın zamana kadar “kültür” için de söyleyebiliyorduk. Ancak yakın zamanlı araştırmalar, kimi maymun türlerinin gelişkin iletişim-savunma amaçlı ses ve işaretleme- sistemlerini, çok daha önemlisi “dini aktivite” olarak betimlenen-belli dönemlerde ağaçların içine taş doldurma ve taş fırlatma gibi-hareketler gerçekleştirdiğini ortaya koydu. Çok daha önemlisi, hiçbir öneme sahip olmayan kimi değerli-kastedilen parlak olma durumudur-taşları sahiplenme yolunda ısrar göstermeleridir.
Bu gibi kimi durumlarda insan olmayan kimi hayvan türlerinin de, kültürel olarak tanımlanması yanlış olmayacak davranış ve eğilimler gösterdiği anlaşıldı. Kuşkusuz kültür, bir kuşaktan diğerine aktarılan değer, anlayış ve eylem sisteminin karşılığı olduğu ölçüde sistemleşme zorunluluğu içeriyor. Bir anlam ve işlev transferidir o halde; diğer taraftan yerel özellikler taşır.
İnsanı hayvan olmaktan çıkaran kavram: Medeniyet
Düşünce tarihi boyunca “insanın hayvan” olduğu ya da “hayvan gibi olduğu” sanısı, medeniyet denen otoriter algının süzgecinden geçerek utangaç biçimde dile getirilebilmişti. Medeniyetin baskısı o kadar güçlüydü ki, en fazla “insan düşünen hayvandır” ya da “insan alet kullanan hayvandır” denilebildi. Hedeflenen, insanın diğerlerinde olmayan bir niteliğe sahip olduğunu vurgulamaktı.
Medeniyet unsurları, potansiyel olarak tüm insan kültürlerinde vardır. İlkel kültürlerdeki varlığı yalnızca “işlevsel” bir değer taşır ve topluluğun devamına, içgüdüsel gayelere adapte olmuştur. Elbette medeniyet kültürler için doğa ile barışık yaşama eğiliminde sorun çıkarır. O tüm kültürlere “doğaya karşıtlık” yükler. Kültürlerin bu işlevi, insan için güvenli-yalıtılmış bir yaşam alanı yaratmaya yarar. Sınırların içinde süregiden yıkım edimi, başlangıçta giyinme, barınma ve beslenme gibi dönüşümleri ile sınırlıdır. Varlığı özellikle toplayıcı-avcılarda sınırlı düzeydedir.
Topluluk içi ilişkiler, teknik birikim ve doğaya yönelmiş bilgi dağarcığından oluşan kültürün asal görevi, insanın doğanın ezici baskısı karşısında güç ile donatılmasıdır. Bir diğer deyişle insan biyolojik donanımındaki eksikliği aşma yolunda “kendisi gibi olanlarla” yan yana gelerek hareket etmeye başladığını gösterir.
İlkel kültürlerde medeniyet
Anlaşılabileceği gibi, ilkel kültürler “medeniyet” ile tanışmamış değildi. Mitolojilerinde “medeniyet” unsurlarını doğanın bir armağanı olarak gördüklerini biliyoruz.
“Kıyafet” dikimi, kano yapımı, mızrak ve ok gibi silahların kullanımı, ev yapımı gibi kimi faaliyetler, modern anlama yakın “medeniyet” anlamında kullanılır ve ilkel kültürlerin mitolojilerinde “doğanın” hediyesi olarak tanımlandı. Kimi zaman bir “Ayı”nın öğreticiliği, kimi zaman da ölmüş ataların ruhlarından bahşedilmiş bir gerçeklik katmanına ulaşırız.
Daha kesin bir dille söylersek, kültürün insanı koruyan ve kollayan ilkel katmanları, modern zamanlara kendi içinde barındırdığı “yıkım potansiyeli yüksek” medeniyet adımı ile insan topluluklarına doğanın baskısının hissedilmediği bir yaşam biçimine evirilmiştir. Doğayı köleleştirmek, insanın güvenlik ihtiyacının ürünüdür. Bu medeniyetin kültürel form içindeki işlevinin mutlaklaşması anlamına gelir.
Modern anlama uygun olarak arkaik tanımda da medeniyet, insanın “hayvan” olmaktan uzaklaşmakta olduğunu gösterir. İkisi arasındaki fark, modern kullanımın bunu üstünlük, arkaik kullanımın ise mahcubiyetle karşılanmasıdır.
Medeniyetin “yıkım” gücünü hissetmiştir sanki ilk insan toplulukları. İnsan türünün yarattığı kültürlerin desteğiyle gerçekleşen dönüşüm, doğanın tahakküm altına alınmaya başlandığını gösterir, çünkü.
Medeniyet, kültürler üzerinde baskı uyguladıkça başlangıçtaki dengeli ilişkinin yitirildiğini görmemiz mümkün hale gelir. Bundan böyle artık, kültürün savunma alanı medeniyet baskısı ile yıkılır ve sistemli bir saldırı eğilimini doğurur.
İnsan için saldırı, sistemli bir doğal dönüşüm anlamına gelir artık. Sistemli saldırı ise, tasarlanmış bir yıkım faaliyetidir.