Kiraz Özdoğan
Lise birinci sınıftaydık, karanlık bir gündü, bütün gün derslerden yorulmuştuk. Edebiyat dersindeydik. Edebiyat öğretmenimiz bize Orhan Pamuk’un Osmanlı döneminde geçen bir hikâyesini okuyordu. Bir yandan usul usul –her zamanki gibi küçük adımlarla- yürüyor, göz ucuyla bizi takip etmeyi de unutmuyordu. O yürüdükçe okulumuzun yer döşemeleri sallanıyordu, ama bu duruma alışmıştık. Uyumak isteyen uyurdu yani. Bitirdiğinde kitaptan kafasını kaldırdı ve hafifçe gülümseyerek bize tartışma açıcı bir soru sordu. Sanırım soru, celladın neden kafasını kestiği adamın suratını balmumundan çıkarıp oynadığıyla ilgiliydi. Daha sonra aynı öğretmenimiz bize Oğuz Atay’ın Bir Bilim Adamının Romanı adlı kitabını okutmuş, Mustafa İnan’ı anlatmıştı. Bu, belki de hayatımda okuduğum ilk biyografiydi. İstanbul Üniversitesi’nin koridorlarında top oynamış ve iki yıl sonra ÖSS’ye girecek biri olarak bu kitap beni çok etkilemişti.
Evde sanırım babamın ve annemin gençlik yıllarından kalan ve daha ince baskılı olan bir Tutunamayanlar kitabı vardı. Yerini bile hatırlıyorum, girişteki kitaplıkta duruyordu. Şimdi nerede bilmiyorum. Biraz bakınayım dedim, bulamadım. O aralar takıntımdı, sevdiğim bir yazar oldu mu diğer kitaplarını da okumaya çalışırdım. Okulumuzun kütüphanesinde yoksa Kadıköy’de pazar günleri kurulan sahaflarda veya Galatasaray’ın oradaki sahaflarda arardım. İnternet, varsa bile benim ilgi alanımda değildi, olmaması da normal karşılanan yıllardı. Annem, Tutunamayanlar için “henüz erken” demişti, onun söyleyişinden içimde bunalımla ilişkili bir his kalmıştı. Bu his o kadar ağır basmıştı ki hiç bitmedi. Düşünün ki ben, evde okuyacak hiçbir şey bulamayınca Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ına ortaokul sıralarında başlayıp yarım bırakmanın travmasıyla bir süre yaşamış bir gençtim. Buna rağmen Tutunamayanlar’a dokunmamıştım. Annemin sözünü de asi bir genç olarak dinlemiş olduğumu da not düşmeliyim (Anneme sorsam kesin hatırlamaz). Tutunamayanlar, bizim evin tozlu raflarında yıllarca yerinde tutunmaya devam etti. Tabii ben o arada üniversiteye girdim, alttan kalan dersler de işin tuzu biberi. Kaba hesap 8 yıl geçmiştir. Lisansta dikişli olduğum bir edebiyat dersinde -kendimden küçüklerle okuyorum, düşünün hem farklı bölümden öğrencilerle hem de küçüklerle, tam bir adaptasyon sorunu- hocamız bize Tehlikeli Oyunlar’ı okuttu. Böylece Oğuz Atay ile 8 yıl sonra, irade dışı bir tanışma daha gerçekleşmiş oldu. Kitabı bu kadar çok seveceğimi tahmin etmemiştim, kahkahalarla güldüğümü hatırlıyorum. Haha.
Yine, kaba hesap 8 yıl geçti. Bu sefer doktora tezi yazıyorum. Yine irademin dışında Oğuz Atay karşıma çıkıverdi. Sanırım Oğuz Atay ile ilişkim 8 yıl geçmeden olmuyor. Ama bu sefer başka türlü. TÜYAP’ın ilk günü, arkadaşım “Sen burada duracaksın, kasanın yanında çok satanlar kısmında” dedi, “Tamam”, söz dinliyorum. İşin iyi tarafından bakmaya çalışıyorum; “Çok satanlarsa, hiçbir çaba harcamama gerek yok, o kendiliğinden gider. Uslu uslu satarım.” Standa yaklaştım, şöyle bir göz ucuyla ne var ne yok bakıyorum. Sağ başta Emrah Serbes’ler, tamam. Yanında ise sıra sıra Oğuz Atay kitapları. Hem de ismini cismini duymadığım kitaplarıyla. Cahillik diz boyu. Oğuz Atay’ın çok sattığına mı şaşırayım, bilmediğim kitaplarına mı? “Neyse 9 gün, uzun, tamamlarım.” diye düşünüyorum. “Haha. Sen öyle san.”
Standın arkasında ayakta duruyorum, ilk gün ya, enerji bol. Kitapların indirimli fiyatlarını öğrenmeye falan çalışıyorum. Adaptasyon süreci. Üniversite ikinci sınıfta okuyan bir arkadaşla beraber çalışıyoruz. Oğuz Atay, böyle hiçbir çaba harcamaksızın satıyor. Ama henüz bu durumu dert etmemişim. Sonra ne olduysa oldu. Siz deyin lise birde, ben diyeyim ortaokul sonda olan üç genç kadın; bir anda Oğuz Atay’ın önünde beliriverdi. Zaten hep öyle oluyor, ben bu gençlerin hangi ara gelip gittiklerini yakalayamıyorum. Yaşlanmışım. Bir elleriyle Oğuz Atay’ın kitaplarına dokunuyorlar, yok yok dokunmuyorlar, okşuyorlar, ikinci elleriyle ise akıllı telefonlarını tutuyorlar. Buraya kadar her şey alışıldık gibi, zamanında kitapları ben de okşamış olabilirim, emin değilim, ama olabilir. O koca telefonları da cebe koymak kolay değil. Ama ne olduysa tam bir saniye içinde olup bitiverdi. Bir anda ortadaki genç kadın telefonunu açtı, selfie çekti ve aynı hızla telefonu kapatıp kitapları okşamaya devam etti. Ben olayı idrak edinceye kadar o işini bitirmişti. Arkadaşları da bu durumu hiç yadırgamadılar. Ve sonra bir anda yok oldular. Ben, böyle olayın şokuyla arkalarından bakmak istedim; ama bakamadım; çünkü peynir ekmek gibi Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını ve diğer kitaplarını satmakla meşguldüm.
Farklı farklı çehrelerden 16-20 yaş arası gençler gidip gidip geliyor. Bazıları hiç düşünmeden tek hamleyle kitabı alıveriyor, “lütfen kasaya” diyorum. Bazıları okşuyor, okşayışlarını izliyorum. Bazı kadın arkadaşlar, kayıp oyuncağını veya sevdiği film aktrisinin fotoğrafını görmüş gibi sevgiyle kitaba iki eliyle sarılıyor. Böyle bir süre hasret giderdikten sonra yerine koyuyor. Ama ayrılıklar zor olur, tabii. Yerine koyduktan sonra da gözleriyle sevmeye devam ediyorlar. Arada sırada ellerinde çocuklarının siparişlerini alan ve TÜYAP’ta bizi aramaktan beli kopmuş teyzeler geliyor. “Kızım Oğuz Atay’ın şu kitabı var mı?”, “Ne kadar ?” diye soruyorlar. Bir de her yaş grubundan insan “Oğuz Atay imzaya gelecek mi ?” diye sormayı ihmal etmiyor. Biz bu ihmalkârsızlık karşısında “Mezardan çıkarsa” gibi yarı imalı söz söylüyor, gülüşerek durumu kotarıyoruz. Bu arada içimde Oğuz Atay’ın neden bu kadar çok sattığına dair merakın ağırlığı, kitapları aşağıdan çıkarmaktan ağrıyan belimi unutturuyor. “Hayır, anlamıyorum, Oğuz Atay’ın farklı farklı kesimden gençler arasındaki popülaritesini açıklayan bir şey olmalı!” Yani Oğuz Atay, kutuplaşmanın yoğunlaştığı bu dönemde adeta yatay kesen bir yazara dönüşüvermiş de ben kaçırmışım. Yanımdaki genç arkadaşa soruyorum, yok, o da bilmiyor. WhatsApp gruplarında soruyorum, kimse bilmiyor. “Arkadaşlar yanlış yapıyorsunuz, bence Oğuz Atay ve ekoloji üzerine bir çalışma yapalım.” falan diyorum. Dakikalar, benim merakımı gidermeden öylece akıp gidiyor.
Derken, sakin bir dakikada genç erkeklerden oluşan bir grup geldi. Aralarından biri, işaret parmağıyla göstererek “Ben Tutunamayanlar’ı okudum, Tehlikeli Oyunlar’ı okudum, Korkuyu Beklerken’i okudum.” dedi. Diğerleri de dinlediler, sonra pürdikkat kitaplara bakarak “Ben şunu okudum, bunu almayı düşünüyorum.” benzeri cevaplar verdiler. Ama bir yandan da arkadaşlarının tavsiyesini düşünmeye devam ettiler, “Hangisinden devam etmeli ?” Çok ciddilerdi. Fırsat bu fırsat dedim, en sevimli halimle “Neden Oğuz Atay okuyorsunuz ?” diye muhabbetlerini bozuverdim. Haha. Tabii, ancak benim gibi cahil bir satıcı böyle bir şey sorabilir. Cahilliğimi de ancak gençler yüzüme vurabilir. “İyi yazar okunmaz mı ?” Al sana kapak ! Olayın şokuyla “Tabii, iyi yazar okunur.” gibi bir şeyler mırıldandım. Ama, tabii ki tatmin olmadım. Aynı saat dilimi içerisinde bir genç erkek arkadaş grubu daha geldi. Onlar da benzer bir muhabbet yaptılar. Ben tabii uslanır mıyım, merak aşkı, öğrenmeliyim. Genç kadınlara da sormak istiyorum, ama kitapla öyle bedenen aşk yaşıyorlar ki araya girmeye kıyamıyorum. Erkekler ise daha mesafeli, araya girebilme cesareti veriyorlar. Neyse soruma biri cevap verdi. “Oğuz Atay candır.” Diğerleri de olumladı. “Candır.” Ben sayıkladım tabii, “candır.” İçimden de “Ne zamandır ?” diye sormadan edemedim. Sonra bir genç erkek arkadaş grubu daha geldi, üniversite birinci sınıf öğrencileri, onlar da aynı şeyi söyledi: “Oğuz Atay candır.” Ben neyi kaçırmıştım, anlamıyordum. Israr ettim. “Ben sizin yaşınızdayken şunu okumuştum, çünkü okulda okutmuşlardı, ama benim arkadaş çevremden kimse okumamıştı.” Hazır olun, yine kapak gibi bir cevap geliyor, “Okullarda zorla okutmaya çalışıyorlar, nefret ettiriyorlar.” Öylece bakakalıyorum. Ne diyeyim.
Sonra nasıl oldu bilemiyorum, “Bir dizide geçiyordu.” şeklinde konuşmalar beliriverdi. Ben tabii televizyonsuz yaşayan biri olarak dizi falan bilmiyorum. Arkadaşlarıma da WhatsApp’tan yazıyorum, “Bir dizi de geçiyormuş.” Dizinin ismini öğrenmem iki günümü aldı. Ama sonra hafta sonu yoğunluğu geçip Pazartesi olunca “Yok” dedim, “Bu dizinin etkisi dışında bir şeye dönüşmüş.” Hani dizide geçti, bir kitabını aldılar okudular; Günlükler’ine kadar okuyanlar var. Buna ne demeli ?
Hafta içi oldu, OHAL’de izin almayı başarmış okullar (çünkü OHAL’de yasssakmış) öğrencileri TÜYAP’a getiriyorlar. Harra hurra diye çığlık çığlığa içeri giriyorlar (Bu ayrı bir konu). Ben çocuk bölümünde değilim, ama ‘görevlendirilmiş’ miniler standıma geliyor. Artık oturuyorum, kolay mı, TÜYAP’ta bir hafta sonu geçirmişim. Bazı minilerin omuzlarını oturduğum yerden anca görüyorum. O kadar şekerler ki, “Abla bu ne kadar ?” diyen bir ses. Cevap verince, avuçlarındaki ısınmış paraya bakıyorlar. Yetmeyince ceplerinin diplerine kadar o minnacık ellerini sokuyorlar, çantalarının köşesine bucağına bakıyorlar, eksikleri bozukluklarla tamamlamaya çalışıyorlar. Bu da yetmeyince arkadaşlarına bakıyorlar, en sonunda da bana dönüp “Abla elli kuruş eksik versem olur mu ?” diye bir ses geliyor. Böylece ağabey ve ablalarının siparişlerini tamamlamanın sevinciyle ayrılıveriyorlar. Gülümsüyorum. Hâlâ ebeveynleriyle TÜYAP’a gelip annesinin babasının “Kitaba da bu kadar para verilir mi ?” diyen bakışları altında ezilip hüzünlü ayrılanların da olduğunu belirtmeliyim. Üzülüyorum, annemin ay başı kuralına tabi olmayan kitap alma prosedürünü hatırlıyorum. Oğuz Atay’dan hüzünlü ayrılanların bir kısmı, bir şekilde gözlerinin içleri gülerek geri döndüklerinde ise sevinçlerine ortak oluyorum. “Aferin” diyorum içimden. Ceplerinden buruşuk kâğıdı çıkarıp aradığı kitabı bulan, sonra da bunu niye istediğini sorgulamadan “Emir demiri keser” bakışlarıyla kasaya yönelen teyzeler ve dedeler de var. “Başka türlüsü olamazdı herhalde” diye düşünüp inat karşısında saygı duyuyorum. Benim için en hüzünlüsü edebiyat öğretmenleriyle olanlar. “Oğuz Atay’a hangi kitabından başlayayım ?”, “Sizce Tutunamayanlar’ı okuyabilir miyim ?” diyen bile çıktı. Halimize üzülüyorum, kendi edebiyat öğretmenimi yâd ediyorum. Bazen de orta yaş grubundan insanlar, gençlerin bir dizi ‘yüzünden’ Tutunamayanlar almasına karşı onları ikna etmeye çalışıyor, “Anlamazsınız bundan bir şey, şuna bakın.” diyorlar. Müdahale ediyorum, “Valla onların kuşağı alıyor bunu, her yaşta bir şeyler buluyorlar, hatta bir tanesini okuyan diğerini de okumak istiyor.” diyorum. Susuyorlar. Gençlerden kapak yapmayı öğrenmişliğimin güveni var üzerimde tabii. Haha.
Dün standa bir liseli genç yanaştı, kitaplara yine parmak uçlarıyla dokunan genç bir erkek. “İki kez okudum” dedi. Ben saf saf “Niye okuyacak bir şey mi bulamadın ?” diye sordum. “Yoo, her okuduğumda başka bir şey buluyorum.” dedi. Bir kapak daha! Ben “Şunu şunu okudum” diyen farklı farklı kesimlerden bir sürü genç liseli geldi standımıza. Ben de arada bir edebiyat öğretmenliği rolüne bürünmeyi ihmal etmiyorum. Satışın hızı elverdiğince araştırma – inceleme bölümüne yönlendiriyorum veya yazmaya teşvik etmeye çalışıyorum. “Siz de yazabilirsiniz.” diyorum. Seviniyorlar. Bugün standın önünde kızlı erkekli bir genç grup “Biz sınıfta kaldık.” dedi. Yüzlerine suçluluk ifadesi çökmüştü. Ağzımdan çıkan ilk cümle “Sizin suçunuz değil,” oldu, “eğitim sisteminin suçu.” Şok oldular. “Bize kimse böyle bir şey söylemedi bugüne kadar,” dediler hep birlikte, standın önünde bir halka oldular, biri dedi ki “Ben bu sene kesin geçerim.” Ayrılırken bunu konuşmaya devam ediyorlardı. Oğuz Atay, bir umut vesilesi olduysa “Ne mutlu bana” dedim.