Kadın hareketinin müftülük nikâhı ya da “mağdur” kocalar yasası karşısında inşa edeceği politika, laiklik-dincilik ikileminden yola çıkarak veya son dönemde yer yer ifade edildiği şekliyle “modernizmin kazanımlarını koruyoruz” diyen bir laik popülizmi yaparak değil, feminist kazanımların, kadınların özgürlüklerinin ve hayatlarının savunulması üzerinden şekillenmeli
Hülya Osmanağaoğlu
Fransız Devrimi’ne ve aslında bütün burjuva devrimlerine, eşitlik özgürlük kardeşlik hedefine sahip çıkarak katılan kadınlar, kendilerinin hedeflenen eşitliğin ve özgürlüğün dışında tutulduklarını kısa sürede fark ettiler. Bu farkındalık, kadınların modernizmle ve burjuva devlet-toplum yapısı ile kurdukları ilişkilerde bir dönüm noktası oldu. Kadınlar bir tercihle kadın haklarını savunmak için değil, yaşam koşullarının dayatması sonucu mücadeleye başladılar. Dönemin [birinci dalga] feminist hareketindeki üst ve orta sınıf kadınlar mülkiyet, miras, eğitim ve boşanma hakkı için mücadeleye başladılar. İşçi kadınlar da çalışma koşullarını dönüştürmek, çalışma yasaklarını aşmak için hem devlet ve sermaye ile hem de erkek işçi sınıfıyla mücadele etmek zorunda kalıyorlardı. Kuşkusuz her iki kesimden kadınlar bir yandan da ev içindeki doğrudan erkek egemenliğine ve şiddetine direniyorlardı. Bu anlamıyla birinci dalga feminist harekete kimliğini veren, öncelikle siyaseten (soyut da olsa) kadın erkek eşitliğinin simgesi olarak oy hakkı mücadelesi oldu.
Türkiye’de burjuva devrimi ve kadınlar
Modernizmin yukarıdan aşağı gerçekleştiği Türkiye örneğinde, burjuva devrimin 1923’te gerçekleştiği algısı modernizmle, modernizme içkin sekülerleşmeyle, kadınların elde ettikleri haklarla, Kemalizm’i ve cumhuriyeti özdeş olarak görme eğilimini bugüne kadar taşıdı. Oysa 1908’de başlayan burjuva devrimiyle eş zamanlı olarak Osmanlı’nın birinci dalga feminist hareketinin sesi de duyulmaya başlanmıştı. Örneğin Müslüman kadınlar çalışma, eğitim hakkı ve çok eşliliğin kalkması için mücadeleye yoğunlaşırken, Ermeni kadınlar eğitimin yaygınlaşması ve cemaat içi seçimlerde seçme seçilme hakkı talebinde bulunuyorlardı. 1917’deki Aile Kanunu’nun* hem Müslüman olmayan topluluklardan hem de Müslüman toplumdan muhalefetle karşılaşması ve yürürlükten kalkması (1919) erkek egemenliğinin savaş sonrasındaki gücünün yanı sıra burjuva devriminin tamamlanmamış, laikliğin kabul edilmemiş olması ve dine dayalı çok hukukluluğun sürmesiyle doğrudan ilintiliydi. 1923’te anti demokratik bir kırılmayla inşa olan burjuva cumhuriyeti, 1924’te laikliği kabul ettikten sonra 1926’da da medeni yasayı kabul etti. Medeni yasanın kadın erkek eşitliği kabulü (miras, velayet, boşanma hakkı, tek eşlilik, evlilikte kadının rızası) aslında kadınları yeni burjuva cumhuriyetinin soyut da olsa eşit yurttaşları haline getirdi. Bu anlamıyla 1926 ile kadınların [ağırlıklı olarak toprak] mülkiyet ilişkilerindeki hak kayıpları, medeni kanunun o dönem bu yasaya onay veren erkeklerin [ve kuşkusuz temsil ettikleri erkeklerin] mülkiyet ilişkilerini koruyarak çıkabilmesini sağlıyordu. Ki benzer bir süreç 2001’deki medeni yasa değişiminde, mal ortaklığı rejiminin 2001’den geriye doğru işletilmemesinde de yaşandı; erkeklerin kadınların ev içindeki karşılıksız emeğine hatta çoğu zaman ücretli çalıştıklarında elde ettikleri gelire el koyarak edindikleri hâlihazırdaki mülkler erkeklerin olarak kaldı.
Bugüne gelindiğinde sekülerleşmenin alanının yüzyıl sonra bile özel alandaki ilişkilere, aile içi ilişkilere kadar tam olarak genişlediği söylenemez. Ancak 1923’ten sonra cumhuriyetin kuruluşuyla gelen laiklik ve 1926’daki medeni yasa, 1917’deki Aile Kanunu sürecinden farklı olarak (özel alanda dini değerlerle kendini ideolojik ve maddi olarak meşrulaştıran erkek egemenliğine müdahale etmeyi düşünmese de) evlilik sözleşmesinin kuruluşunu sekülerleştirdi. Ve burjuva hukuku karşısında mülkiyet ilişkileri bağlamında da bir eşitlik inşa etti. Miras hakkı ve kadınların evlilik içinde kocadan bağımsız mülk edinme hakları bunun sonucu olarak ortaya çıktı ama ücretli çalışma hakkını kocanın iznine bağlı kılmaya devam etti. Ve modern laik cumhuriyet iktidarı her kazanımdan sonra kadın hareketini etkisizleştirmeye kadınların kendi adlarına politika yapmasını engellemeye çalıştı: 1926’daki medeni yasanın ardından 1927’de Türk Kadınlar Birliği’nin tüzüğüne seçme seçilme hakkının koyulmasını sağlayan Nezihe Muhiddin dernek başkanlığından ayrılmaya zorlandı. 1934’te seçme seçilme hakkının kazanılmasının ardından ise 1935’te uluslararası kadın barış konferansında imzacı olan Türk Kadınlar Birliği kendini feshetmeye zorlandı. Özet olarak modernizm patriyarkaya, burjuva hukukun mülkiyet ilişkileri ve soyut eşitlik anlayışı çerçevesinde, aile içinde özerklik tanıdı. Özel alandaki erkek egemenliğini, sadece özel alanın seküler örgütlenme hukukunu belirleme görevini üstelenerek baki kıldı.
İkinci dalga feminist hareketin yükselişi
Bugün gelinen nokta için ise hem dünyada** hem de Türkiye’de ikinci dalga feminist hareketin yükselişi beklendi. Ailenin içindeki kadın erkek ilişkisinin/mücadelesinin seyrini feminist mücadele belirlerken bu ilişkilerin hukuku da feminizm sayesinde kadınlar lehine dönüşmeye başladı. 1987’de dayağa karşı yürüyüşle başlayan 1990’da kocadan izin almadan evli kadınların çalışma hakkını kazanmasıyla devam eden bir süreçten söz ediyoruz. 2001’deki medeni yasa değişikliği ise aslında resmi olarak ev içi karşılıksız emeğin, en azından boşanma durumunda, mülk varsa kısmen tazmin edilmesi anlamına geldi. Kuşkusuz işçi sınıfının en alt gelir grupları için mülk edinmek, özellikle neoliberal dönüşümün tam hız devam ettiği 2002 sonrasında iyice zorlaşmış olsa da, yeni medeni yasa düzenlemesi kadınlar açısından önemli bir kazanım olarak yürürlüğe girdi. 90’lar ve 2000’ler boyunca siyaseten meşrulaşan ve örgütlenme alanlarını çeşitlendiren feminist hareket, AB sürecinin de baskısıyla, özellikle erkek şiddetine ilişkin olarak önemli kazanımlar elde etti. 4320 sayılı yasa ve İstanbul Sözleşmesi bu sürecin somut hukuksal kazanımları oldu.
Feminist hareketin güçlenişi, kadınların özgürlük alanlarının genişlemesi, kadınların erkeklere ve aileye itaatlerinin/bağımlılıklarının azalması ve boşanmaların artmasıyla sonuçlandı. Buna AKP iktidarının tepkisi kadın bakanlığını aile bakanlığına çevirmek, üç-beş çocuğu zorlamak, eğitimli genç nesillerin erken evliliğini teşvik etmek, kürtaj yasağını geri getirmeye çalışmak, yargının erkekleri hoş/meşru gören yaklaşımıyla kadın cinayetlerinin bir tehdit olarak güçlenmesini sağlamak yönünde oldu. En nihayet boşanma komisyonu raporu, imam nikâhı için resmi nikâh şartının kalkması ve kız çocuklarını tacizci-tecavüzcülerle evlendirme girişimi 2016’nın gündemini belirledi. Sonuncusunun gördüğü sert tepki, kadın hareketinin kürtaj yasağına direnişin ardından ikinci kez AKP’ye geri adım attıran yegâne toplumsal güç olarak güven tazelemesini mümkün kıldı.
Kadınların kazanımları İslami faşizmin hedefinde
Şimdi eş zamanlı olarak müftülük nikâhını, sağlık kurumunda doğmayan çocukların bildirimini ve “mağdur” eski kocaların nafakadan kurtarılmasını tartışıyoruz. Son beş altı yıla baktığımızda AKP’nin sistematik olarak özel alana doğrudan müdahale etmeye çalıştığını görüyoruz. Kuşkusuz Kemalizm’in de toplumu en küçük hücrelerine kadar yeniden örgütlerken özel alanı da yani aileyi de yeniden örgütlediğini söylemek mümkün. Yani AKP’nin yaptığında sıra dışı bir şey olmadığı neoliberalizmin sonucu olarak yeni muhafazakârlığın cinsiyetçi politikalarının Türkiye koşullarındaki tezahürü olduğu söylenebilir. Bir başka yaklaşımla da tartışmayı bir İslami gericilik- laik ilericilik ikileminin içinden ele alabiliriz. Bugün birinci yaklaşım daha örtük olarak kısmen varlığını sürdürse de artık öne çıkan yaklaşımın ikincisi olduğunu görüyoruz: İslami gericilik- laik modern ilericilik ikilemi, Kemalist cumhuriyetin kadınlar açısından kazanımlarının geri alınması/korunması mücadelesi.
Oysa mevcut hukuk sistemini ve dönemin iktidar bloğunu alaşağı ederek devleti yeniden inşa edenlerin politikalarının, iktidarda oldukları tarihsel dönemdeki toplumsal mücadelelerle ilişkileri bağlamında ele alınması gerekir. Kemalizm’in temsil ettiği toplumsal kesimler/sınıflar açısından ihtiyaç duyduğu laik devlet aygıtı/burjuva cumhuriyeti, modernizmin sağladığı soyut eşitliğe dayanan yurttaşlık hakkını, hiç kuşku yok ki dönemin feminist mücadelesinin de sağladığı basınçla, kadınlara teslim etmek zorunda kaldı. Aynı dönemde devletten aslında iktidar bloğundan dışlanan sermaye kesimi ise neredeyse yüzyıldır sürdürdüğü İslam/siyasal İslam şemsiyesi altındaki mücadelesini bugüne, devletin iktidardaki büyük ortağı olma haline kadar getirdi. Burjuva devletin sermaye birikimi açısından olmasa da iktidardaki temsiliyet oranı açısından büyük gücünü oluşturan bu kesim, iktidarının yüzyılını garantiye almak için de kendi aile örgütlenmesinin hukuki ve ideolojik zeminini kuruyor. Bir İslami faşizm olarak devleti yeniden örgütlerken burjuva-modern- laik devletin sınırında durduğu özel alanın/ailenin içine doğrudan dalarak erkeklere güç vermeye çalışıyor. 2012’den beri yaptığı da tam da hep bu oldu. Kadınların aile içinde erkekler karşısında güç kaybetmesini sağlayarak birinci ve ikinci dalga feminizmin kazanımlarını hiçleştirmeye çalışıyor. Önce ilkokul çocuklarının başlarının örtülmesini mümkün kıldı şimdi ise o küçük kız çocuklarını olabilecek en küçük yaşta tecavüzcülerle bile olsa evlendirmeye çalışıyor. Dini nikâha yasal kılıf hazırlayarak küçük yaşta evlilikleri ve çok eşliliği meşrulaştırmayı hedefliyor. Medeni yasayla elde edilmiş mal ortaklığına belki dokunmuyor ya da kadınların boşanma hakkını kaldırmıyor. Ama özellikle mülk sahibi olmayan kesimlerden kadınlar için hayati önemdeki nafaka hakkını sınırlandırmaya, çocukların velayetini vermeme tehdidi ile kadınları nafakadan veya boşanmaktan vazgeçirmeye çalışıyor.
En geniş kadın dayanışması
Bütün bunların toplum nezdinde ideolojik olarak meşrulaşması için de özel alanın örgütlenmesini/ailenin kurulmasını dini kuralları yasa düzeyine yükselterek gerçekleştirmeyi hedefliyor. Toplumun Sünni kesiminin büyük çoğunluğunda yaygın olan dini nikâhı müftülük nikâhı olarak yasalaştırıyor. Böylece ailenin kuruluş sözleşmesini, soyut da olsa kadın erkek eşitliğine dayanan seküler hukuku tasfiye edip, kadın erkek eşitliğini yok sayan dine dayalı hukuka teslim ediyor. Yani içerdeki güç dengesini erkek lehine bozmaya çalışırken sahip olduğu ideolojik arka planla hukuksal yapıyı din temelinde bütünleştiriyor [örtüştürüyor]. Patriyarkaya da, ben elimden geleni yaptım, kadınları yüz yıldır adım adım elde ettikleri kazanımları kullanmaktan caydırmak için gerekli hukuksal ve ideolojik yapıyı inşa ettim gerisi tek tek senin erkeklerin becerisine kaldı artık, diyor. Devletteki sürekli OHAL’i ailede sürekli hale gelecek bir OHAL ile tamamlayarak tüm toplumu denetim altında tutmayı hedefliyor. Tayyip Erdoğan her konuşmasında yeni nesillerin dinlerini tarihlerini ve kültürlerini ailede öğrenmeleri gerektiğini vurgularken kuşkusuz kadınların erkeklere tümüyle boyun eğdiği aileler öngörüyor. Bu anlamıyla sekülarizme karşı dini değerleri öne çıkararak harekete geçse de esas olarak kadınların özgürlük alanlarını daraltmaya, kadın mücadelesinin/feminist mücadelenin kazanımlarını tasfiye etmeye çalışıyor. Tam da bu nedenle kadın hareketinin müftülük nikâhı ya da “mağdur” kocalar yasası karşısında inşa edeceği politika, laiklik- dincilik ikileminden yola çıkarak veya son dönemde yer yer ifade edildiği şekliyle “modernizmin kazanımlarını koruyoruz” diyen bir laik popülizmi yaparak değil, feminist kazanımların, kadınların özgürlüklerinin ve hayatlarının savunulması üzerinden şekillenmeli. Evet, yaklaşık yüzyıl önce sekülarizm-modernizm kadın mücadelesinin üzerinde yükseleceği bir hukuksal-ideolojik zemin sağladı ama bugün özellikle AKP’nin destek olmaya çalıştığı ev içindeki erkek egemenliğine karşı elde ettiğimiz her hak/özgürlük bizzat feminist mücadelenin ve tek tek kadınların evlerdeki direnişinin sonucu olarak ortaya çıktı. Bugün de özgürlüklerimize ve hayatlarımıza sahip çıkmak, kadın erkek eşitliğini hayatın her alanında kabul etmesi mümkün olmayan dine dayalı bir “çoğulculuktan” ve çoklu hukuktan uzak durarak ancak dindarlık/laiklik ikiliğini de aşan, en geniş kadın dayanışmasını ve mücadelesini örgütlemekle mümkün olabilir.
Dipnotlar:
* Bu kararnameyle evlenme yaşı erkekler için 18, kadınlar için 17 olarak belirlenmişti. Akıl hastalarının zorunluluk olmadıkça evlenmesi yasaklandı. Evliliğin resmi bir memurun önünde gerçekleştirilmesi zorunlu hale getirildi, kadınlara kocasının ikinci bir eş almasına itiraz ve boşanma talebinde bulunma hakkı verildi. (Ayşegül Yaraman, Resmi Tarihten Kadın Tarihine, İstanbul, Bağlam, 2001)
** Örneğin İngiltere’de 1937’de ise zina kadınlar için boşanma ve nafaka hakkına sahip olmalarını sağlayacak gerekçeler olmuştu ama nafaka için evlilik suçu olması gerekliliği ancak 1984’de ortadan kalktı (Sylvia Walby, Patriyarka Kuramı, Ankara, Dipnot. Yay., 2016)
Kaynak: sendika.org