Sadece okumalı, bakmalı, dinlemeli ve hatırlamalıyız.
Virginia Woolf
DİDEM BESLEN
Virginia Woolf, bir ekim günü yağmurlu olmasa da kasvetli bir günde, o sık yaptığı uzun yürüyüşlerden birinde “Hakikat nedir” (Quid est veritas) diye sorar.
Adeline Virginia Woolf, (1882-1941) karşı bir ses olarak kadın hareketinin ismini çokça andığı İngiliz yazar ve edebiyatçıdır. 1928 yılında Newnham ve Girton kolejlerinde verdiği iki konferans metni feminist literatürde haklı bir yer tutar. British Museum’da kadınlar üzerine yazılmış farklı cins yazarlara ait kitaplar arasında dolaşırken kadın ve erkek yazarların birbirleri hakkında yazdığı eserleri; kadının yaşamla ilintisini, kurgu ve edebiyat bağlamında inceleyerek notlar alır. “Eğer hakikat British Museum’un raflarında bulunmayacaksa nerede bulunacak, diye sordum kendime, elime bir defterle kalem alırken.”
Woolf, hakikati her şeyden önce yazılmış olanda, gündeliğin oyalayıcı tutsaklığından kurtarılan zamanda, kurguda yani yazı da arar. “ Tüm yemekler pişirilmiş, tabak, çanak yıkanmış, çocuklar okula gönderilip dünyaya açılmışlardır. Geriye kalan hiçbir şey yoktur… Her şey yok olmuştur.” İşte kadın ve yazı arasındaki olası ilişki biçimi, ‘geriye kalan o hiçbir şeylik’le Kendine Ait Bir Oda’da doğup Woolf için kadın özgürlüğüne açılan bir koridor olur.
19.yy Londra’sında ya da 21.yy dünyasında kadın olgusu üzerine en fazla kafa yoran sanırım hep erkekler olmuştur. Ya yaşlı beylerin yani dünyanın kadınlar üzerine söyledikleri kadını etkisi altına alıp, pasif ve çaresiz bırakacak ya da kadın kendi dilini bulacaktır. “Dünya kadına, erkeklere dediği gibi, ‘İstersen yaz, umurumda değil’ demiyordu. Dünya kaba kaba gülerek, ‘Yazmak mı? diyordu. ‘Yazman ne işe yarıyor?’
Woolf; kadınlar bir oyun yazabilir mi, kedilerin bir ruhu var mıdır gibi pek çok farklı soru danışılan o muteber yaşlı piskoposun ağzından dökülen cevaplara göz atar ve en sonunda muzipçe birleştirir. Cümle artık hazırdır: Kediler cennete gidemez ve kadınlar Shakespeare’in oyunlarını yazamaz!
Gerçekte bu ifade, bir kadının asla yaratıcı zihin yapısına sahip olamayacağına inanan olağan bir erkek cümlesidir. Zira erkek yargısı hangi devirde olursa olsun kadının oyunları ve kurmacayı yazamayacağını keskin bir inançla söyleyebilir. Psikanalitik deneyimde açığa çıktığı biçimiyle kişi, aynada gördüğü yansımasına göre kendine değer biçer. Toplumsalın onayına tabii bu görüntü, kadınlığın ve erkekliğin imgelerinin birbirleri hakkında söyledikleri olur. Kadın ona söylenen ve her daim yapamayacağı hatırlatılan bu imgeden beslenerek de, bir nevi belirsiz ya da uzunca bir süre çocuk kalacağına söz vermiş sayılır. Simone de Bevaior, bu devam eden çocukluk durumu için ‘ön yargıdır’ diye söze girer. Kara derili kölelere, işçilere, sömürgelerdeki yerlilere; başka insanların doğrularını, yasalarını tartışmasız kabul etmek zorunda kalan kimler ise hep aynı ön yargıyla ‘koca çocuk’ denildiğini hatırlatır. Çünkü ataerki; kadının, kendine yeten bir özne olmasının önünü kapatarak ondan kadın olmaktan vazgeçmesini, her daim kadının çocuk kalmasını arzular. Çocukluğu koruyarak değil ama, bozarak yağmalayarak; hayalleri dağıtarak. Özünde bir varoluş yitimi meselesi! Charlotte Bronte, ‘Kim isterse beni suçlayabilir der. “İnsanlar sükunetten tatmin olmalı demenin yararı yok. İnsanların sessiz hayatlarında kim bilir kaç isyan mayalanmaktadır.(…) Kadınlar, geleneklerin kendi cinsleri için gerekli gördüğünden fazlasını yapmak ya da daha fazla öğrenmek istiyorlarsa onları suçlamak ya da alay etmek düşüncesizliktir.”
Kadını çocuklukla özdeş kılma olgusu; İkinci Cins’in ancak erkin terbiyesinden geçerek gücün belirlediği ölçütlere göre varolma koşulu; ‘ben’i kendi yaşam seçimlerinde bile söz söylemekten uzak, edilgen bir ‘seyirci’ durumuna düşürür. Erkek akıl, hiçbir zaman kadının varlığını onamamakla er ya da geç onu yadsımaya ve zorunlu boyun eğişe maruz bırakır. Böylece kadının beden ve zihin kullanım hakkı, patriarkaya geçer. Bevauvoir’da geçen Ebedi Çocukluk meselesi.
Ünzile Şarkısı (1986 yapımı Aysel Gürel Çalışması) çocuk gelinleri konu edinir. Hiçbir zaman tam manasıyla önemsenmemiş yaralı, parçalanmış çocukluğun üzerinden geçer. Çocuk gelinler, erkek dünyasında kadının yok değerinde olduğu; geleneğin, hissiz, durağan, suskun tanıklarıdır şüphesiz. “Eşimden oyuncak almasını isterdim, dışarıda oynayan çocuklara bakar ve ağlardım, uzunca bir süre kayınvalidemin yanında yattım, gece olunca çok korkuyordum…ve diğer öte sözler sekiz, dokuz, yaşlarındaki çocukların gözyaşlarında asılı kalır.” Babası tarafından bilmem kaç koyuna takas edilen çocuğun; yani ikinci cinsin sesinin duyulmadığı fena bir dünyadır bu. Artık kadının varoluşu tedirgin, bağıl ve hep tetiktedir. “Korkar durur gitmez/ Köyün en son çitine/ İnanır o sınırda dünyanın bittiğine.” Olmak üzerine değil, geri çekilmek üzerinedir: Kadınlığın tarihidir. Oysa “Kadın bu özgürlüğe ancak başkaldırıyla gerçekten kavuşabilir; bir şeyler kurma olanağından yoksun kişiler için özgürlüğe giden tek yol budur; içinde bulundukları durumun sınırlarını yadsımaları, geleceği hazırlayacak yolları açmaya uğraşmaları gerekir.” Çünkü kadın olmak erkeğin himayesinde başlayan ya da son bulan bir şey olmak değil aksine deli sayılmak pahasına bile olsa dünyayla, sınırlılığımızla, bizim adımıza alınan kararlarla, alınyazısıyla, geri bırakılmışlıkla ve hakikatle mücadele etmek demektir. “Üniversitenin idari amiri de olsanız beni çimenlerden çıkarmanıza izin vermiyorum. İsterseniz kitaplıklarınıza kilit vurun; ama zihnimin özgürlüğüne vurabileceğiniz ne bir kilit var ne de sürgü, ne de kapatabileceğiniz bir kapı.” Kristeva’nın “ Kadının kendisi diye bir şey yoktur, o henüz oluşum sürecindedir.” sözüyle anlatmak istediği tam da budur. İşte kadın olmak kendine küçük de olsa dünyanın kabul ettiklerini dayatma biçimine ilişkin olarak bir soru sorabilmektir: “Hakikat nedir?” işte böyle bir sorudur, eril düzeni tanımak ve yanılsamaları görmek üzerinedir.
Öte yandan kadının, iktidarın örgütlenme biçimlerine, dış dünyaya ait tüm oluşumlara uzaktan bakmak zorunda kalması, kendine ilişkin bir bilinç geliştirmesine de mani olur. Çünkü kadın; yüzyıllardır kendi görüntüsünü, ona bakan erkeğin, dış dünyanın, gücün dediklerinden alır. Diyelim ki kadın çalışma özgürlüğü elde etti, o zaman da esaslı bir biçimde makbul ve ayıplanan kadın dikotomisine başvurularak kurallar ve kodlar hatırlatılır. Kadının sesi, kahkahası, kıyafeti, tavır ve davranışları aynı otoriter düzenin denetimindedir. Adeta ‘erkek gibi bir kadın olmak’ namuslu, makbul kadınlığın önkoşulu yerine geçer.
İmgesel düzende çocuğun kim olduğu bilgisi; çocukla anne arasındaki ensest ilişkinin babanın otoritesi tarafından engellemesi üzerine kuruludur. Erkek çocuk, babayla arasındaki oedipal çatışmayı fallik iktidarla özdeşleşerek çözer. Bunu yapabilmesini sağlayan şey iktidarı temsil eden gösterene, yani fallusa sahip olmasıdır. Fallus gelenek boyunca yüceltilir; sünnet törenleri, düğünler ve diğer erkeklik gösterileri… Dünya, sembolik düzende sanki büyük bir fallusa dönüşmüştür. Fakat diğer açıdan fallus aslında bir eksikliğin göstergesidir de; itibar, abartı ve gösteriş üzerinden varlık bulan, hiçbir zaman tamamlanamayacak olmakla. “Erkek kendi imgesinin kölesidir: her an yok olma tehlikesiyle karşı karşıya, bir imge yaratabilmek üzere mütemadiyen çabalamaktadır.” Tahakküm altında tuttukları arttıkça güçlü olduğuna inanır. Kendini bütün bir imgeye sahip görmesi erkeği büyüler, ancak bu durum her iki cinse de hakikat üzerinden genişleyen eleştirel bir perspektif vermez. Fakat “Kadın, ya doğruyu söylerse?” VirginiaWoolf , West’in ( Rebecca West, 1892-1983) cümlelerini aktarır: “Bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı. …bütün şiddet ya da kahramanlık eylemlerinde aynalar gereklidir. İşte bu yüzden Napoleon’da Mussolini de kadınların erkeklerden aşağı olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar, eğer onlar aşağıda olmasalardı kendileri büyüyemezlerdi. Fakat kadın gerçeği söylemeye başlarsa aynadaki görüntü bozulur; erkek hayata uyum sağlayamaz olur. Kahvaltıda ve akşam yemeğinde kendini olduğundan bir kat daha büyük görmezse hükümler vermeye, vahşileri uygarlaştırmaya, yasalar koymaya, kitaplar yazmaya, ziyafetlerde nutuk çekmeye nasıl devam eder?”
Eril sistemin kadın ve erkek için ayırdığı toplumsal roller her iki cins için de beklentilerin altını çizmekle cinsiyete dayalı ayrımcılığı da peşinden sürükler. Bu süreci ortaya çıkaran temel etmen eril tahakkümdür. Bu ayrım, biyolojik özelliklerden yola çıkarak sosyal alanı kamusal alan ve özel alan olarak kurgulamış; erkeğe kamusal alanı, kadına ise özel alanı tahsil etmiştir. Kadın plajları, kadın otelleri, kadın alışveriş merkezleri ve birçok örnek, gerçekte ayrımcılığı çoğaltıp kadın ve erkek efsanesini büyütür. Pembe renge boyanmış tüm o şeyler kadın otobüsü ya da kadın taksileri tacizi yok etmez. Kadın ve erkeği birbirine düşmanmış gibi yerleştirme meselesi, kadınlara uygulanan tüm sözde korumacı yaklaşımlar, kadın özgürlüğünü sağlamaktan öylesine uzaktır ki! Reklamlarda, ders kitaplarında ve daha pek çok yerde toplumsal cinsiyet ayrımcılığı kılık değiştirerek ya da açık olarak var olmaya devam eder. Örneğin Adam Kule Reklamı’nda adam ve kule bileşkesi içinde sorulan o iptidai soru: ‘Sizce bir adama ihtiyaç var mı?’. Modern ve okumuş kadın bile olsa, hiçbir zaman ne istediğini bilemeyen, saydığı özelliklerden ev/eş mi istediği şaşırtmacası içinde, adeta yaşamındaki tüm eksiklerin bir prens tarafından öpülmekle düzeleceği o eski çocukluk düşü etrafında cevaplanmış olur. Sonuçta; 21.yy da olsa toplumsaldan uzak tutulan kadın modeli değişmemiş; kadına, ihtişamlı bir kule ve bütün ihtiyaçların kulenin imkanlılığı içinde çözüleceği modern bir harem vaad edilmiştir. Oysa yalnızlığı istemek, konforu bırakmak, deneyim kazanmak ve kendi varlığımızı büyütecek yeni bir dil oluşturmak gerekir. Kendine Ait Bir Oda; yalnızlık demektir. Dünyayla yüz yüze gelmek, kendi zayıf bırakılmışlığının sorumluluğunu cesurca üstlenmek demektir. Kadınlar elbette erkekleri suçlar. Fakat kadınlar da direnmemekle, aynı kalmakla suçlu değil midir? Yeni bir cümle kurmamakla ve korkmakla. Unutulmamalıdır ki kadın ancak kendi dilini kurmakla özgür olabilir; dünya ne der diye düşünmeden! Öyleyse bizi tutsak eden geleneğe bakmalı, “Okumalı, hatırlamalı ve yazmalıyız.” Çünkü her “boyun eğiş bir istifadır.”
“Ama biz sizden kadınlar ve kurmaca üzerine konuşmanızı istemiştik, bunun Kendine Ait Bir Oda’yla ne ilgisi var, diyebilirsiniz.”

Wirginia Woolf 28 Mart 1941’de “hafif adımlarla dünyadan gülümseyerek geçti”.
Kendine Ait Bir Oda’ yı, Orlando’yı, Mrs. Dolloway’i, Pazartesi Ya da Salı’yı ve diğer kitapları bize bıraktı. “Yakınmak ya da lanet etmek için durursan yolunu kaybedersin dedim ona; gülmek için durursan da. Tereddüt edersen ya da beceremezsen işin biter. Keşke dedim ‘kadın’, yüzyıllık yapamazsın sözlerini duymasa…”
KAYNAK
Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, Mayıs 2012.
Simone de Beauvoir, Kadın “İkinci Cins”, Payel Yayınları, İstanbul, Kasım 1993.