Kadın özgürlüğünün derecesi genel özgürlüğü tayin eder.
K. Marx
Bir yere ait olma süreci ve oradan alınacak onay duygusunun önemi devam ederken, henüz tamamlanmamış bireylerin yarımlığı ve kimsesizliği artık başka bir otoriteye bağlı olarak devam eder. Kadınlar, çocuklar (çocuk gelinler) korunmaya değil, büyümeye ihtiyacı olanlar, dünyayla karşılaşmasını bir erkeğin, bir egemenin gölgesinde yapanlar iktidarın gıyabında erk olarak yalnızca ‘bu büyük yaşlı adamların’ seslerini duyarlar.
Kadınlar öfkelidir, çünkü kendilerine ilişkin benlik yolculuğu her zaman başka bilinçlerin gölgesinde sürer. Yabancılaşma ve bölünme kimliğe en baştan yerleşmiştir. Devamında kadın, benliğini, içsel bütünlüğünü koruyarak değil kolektif doğrular üzerinden inşa etmek zorunda bırakılacaktır.
“Kadın kahkaha atamaz.”
“Eğer hamile ise, hamileliği belli olacak şekilde sokakta dolaşamaz.”
“Makul ölçülerde bir etek, bir giysi veya bir örtü içinde olursa başka.”
Sıkıldığımız tüm bu davranış pratikleri, kadının dikkat çekmemesi, ayıplanmaması yani saygın kabul edilmesi adına verdiği rutin tavizler olarak çoğaltılabilir. Kadından arzulanan kendi kimliğini, farklılığını silmesi neredeyse görünmeze, ‘hiç’e yakın bir yerde konumlanmasıdır. “Kadın hiç olursa, ufalanırsa rahat bırakırız.” Belki yaşlandığında, sönük ve renksiz olduğunda erkekten ödülünü alır. Ana olur, bacı olur, abla olur, ‘dünya ahiret kardeş olur’. Böylece bir nebze de olsa dünya ona kapılarını açabilir.
Kadın olmak özünde ezilen olmaktır. Daha yolun başında bunu bilmektir. Fallus* eksikliğinin çekildiği bir dile sayı olmaktır. Cixous, Irıgaray, Kristeva gibi Fransız feministler kadının toplumsal içindeki bu mahkûmiyetini dil analizi yoluyla açıklarlar. Dil meselesi sanıldığından çok daha önemlidir. “Cinse bağlı farklılık dil içinde yaratılır. Kadınların sorunlarının çözümü için sosyal ve dilsel temsil düzenlerinin her ikisini de kapsayan psikosembolik yapının irdelenmesi gerekir.” Zira erkek egemenliğini doğrulayan bu cinsiyetçi dil kullanımı her kertede algılarımıza nüfus eder.
Kadın haberlerinin taşıdığı anlamlar, kadın otobüs şoförünün bu mesleği seçişinin şaşkınlıkla haber değeri taşıması, gerekçeli manşetler; “boşanmak isteyen kadın öldürüldü, namus cinayeti yine can aldı.” (haklı bir onay arama telaşı) Ya da “kadın girişimciler şunları başardı.” (kadın haliyle kapasitesini bile aştı) peşin düşünmemize ön ayak olur. Kadın, kadın programları, kadın sayfaları, reklam ve dizilerle; pasif, üretemeyen, bağımlı, sınıflı bir toplumun başköşesinde, apolitik, konformist bir tüketim öznesi olarak hafızalara kolayca giriverir. Pembe plajlar, pembe otobüsler, pembe taksiler, pembe cafeler, alışveriş merkezleri ayrışma ve farklılığı keskinleştiren düşünüşler olarak kadın ve erkeği hiyerarşik, hegemonik bir düşünüşe hapsederken; cinsler arası, yabancılaşma ve düşmanlık; taciz ve şiddeti meşru sayan, arkadaşlık ve doyumun olanak bulamadığı izole ortamlarla, sevgi ve cinselliğe zorbalıkla ulaşabileceği bilgisini de pekiştirir. Dahası kadınlara uygulanan tüm o kayırmacı düşünüşler (pozitif ayrımcılıklar) ve korumacı pek çok suni tedbir (sığınma evleri, yardımlar vs.) de geçici ve zayıf çözümler sunarak kadını bağımsızlaştırmaya yetmez.
Kadın yakınır. Çünkü özgür değildir. Başarısının ya da başarısızlığının sorumluluğu onun değildir. Tüm olup biten kendi dışında aktığı için dünyaya kızar. Bedeni bile kendisine ait değildir. Müdahale edemez. Varlığını gösterebilmek için son bir gayretle adeta ‘kurban’ rolüne tutunur. Zira toplumsal makbuliyetin ilk koşulunun bedenin, cinselliğin, zevk almanın aşağılanması ya da bastırılması demek olduğunu bilir. Ne de olsa dünyevi olan ondan alınmış yerine analık, ev işleri, ( eşyalarla kurulan bağ ) öte dünyaya yöneliş yüceltilmiştir. Öyleyse onca fedakârlık neticesinde umabileceği belki de tek ödül ‘cennet vaadi’ yaşamını anlamlı kılmalıdır.
Oysa kadın; ancak kendini fark ettiğinde, kendiyle ve özüyle uyum içinde olma şansını yakalar. O zaman yaşamı; sorumluluğunu alamadığı ‘uzak, vahşi bir düş sahnesi’ olarak değil, kendisinin de içinde olduğu büyük bir yuva olarak benimser. Böylece mecbur hissettiği ‘yüce ev mythosundan’ çıkarak erkekle birlikte ‘yeni insanın doğuşu için’ yaşamın her safhasında omuz omuza mücadele verebilir.
İnandığımız fikir; tek tanrılı dinlerin ve patriarkal sistemlerin erkeği üstün tutan, kutuplaştırıcı ve ezici kıt yaşam alanlarına razı olmayarak, erkeklerle kadınların yalansız, çıkarsız, kimliksiz, renksiz (pembe ve mavinin kodlanmadığı) arkadaşlıklarla var olabileceğidir. Zira mücadele edilecek konu dünyadır. Dünyada tüm o yolunda gitmeyen şeyler; açlık, yoksulluk, sefalet, sınıf farklılığı, gelir eşitsizliği, emeğin sömürülmesi ve kapitalist sistemin yarattığı, gereksiz oyalayıcı düşmanlıklar olarak. Gerisi vakit kaybıdır.
O halde zaman, ideolojik ve dinsel kayırmacılığı ve ilgili kafa karışıklıklarını terk ederek kendini aydınlığa bırakma zamanıdır. Unutmayalım ki kadının kurtuluşu insanlığın da kurtuluşudur! Ödevimiz; iki ya da daha fazla kategorya olarak bölünmüş olsak bile, insanlığın, erdemin ve düşündüğümüz gibi yaşayabilme hakkımızın bölünemeyeceğini görmek ve gösterebilmektir! Umulur ki kadın, o zaman kaybettiği gülüşüne yeniden kavuşabilsin!
*Fallus: Lacancı terminolojide iktidarın simgesidir. “Büyük öteki”nin vaat ettiği türden her şeydir. Statütü, güvenlik, bütünlük, içerilme. Fallus bir gösterendir. Toplumsal hayatta bir şeylere sahip olmayı simgeler. (Bkz. Bülent SOMAY, Lacancı Eksik ve Fallus üzerine çalışması.)
*Yazının başlığı Simone de Beauvoir’in, ‘İkinci Cins’ kitabında geçen bir nitelemeden alınmıştır.