Kiraz Özdoğan
TÜYAP henüz Tepebaşı’ndaki o mütevazı yerindeydi ve ben, 2001 yılında henüz yeni yeni politikayla ilgilenen genç bir kadın olarak Celal Başlangıç’ın Korku Tapınağı (2001) adlı kitabını arıyordum. Kitabın çıktığı yayınevine gittim. Stantta göremeyince satıcı arkadaşa sordum; bir kadındı, oldukça uzun ve düz saçları vardı, kitabın ismini duyar duymaz gizemli bir şekilde benim sağıma soluma baktı ve eliyle bir dakika işaretini yaptı. Ben ne olduğunu anlayamadım. Birisine fısıldayarak bir şey sordu, ardından poşet içinde kitabı getirdi ve bana uzatırken kitabın toplatıldığını fısıldadı. Böylece bilinçsizce ilk yasaklı kitabımı almış oldum.
İnsanlar genelde kitapları iki nedenden dolayı kaplarlar; ya ne okunduğunu bilinmesini istemezler ya da titizliklerinden. Ben çok titiz birisi sayılmam, bu yüzden ikincisi dolayısıyla kapladım. Şimdi bunları düşünürken gülümsüyorum. Kadın özgürlük hareketinin organize ettiği heyetle birlikte Lice’de yangın bölgelerini ziyaret ettiğimizde, ilk aklıma gelen kitaplardan ilki Başlangıç’ın bu yasaklı kitabı; diğeri de IHD’nin raporları oldu (ama evden yürümüş). Her araştırma süreci, aslında insanın kendisiyle kurduğu bir diyalog sürecidir ve dönüştürücüdür. Bu satırları yazarken neden bu kitap ilk aklıma gelenlerdendi diye düşündüm. Lice’ye ilk gidişimdi ve Lice’de 90’larda yaşananları ilk öğrendiğim kitap, Başlangıç’ın kitabı olmuştu. Ve benzerlikler, insan istemsizce bağlantı kurdurtuyor.
Ama şimdi yazarken daha iyi anlıyorum ki kitabın aklıma düşmesinin başka nedenleri de var. Bunlardan biri hatırlamakla ilgili.
Lice’deki konuştuğumuz köylülerle çok hızlı bir şekilde süreci konuştuk, hemen hemen hepsi evlerinin ve/veya arazilerinin daha önce de yakıldığını söylüyorlardı; ama yılını çoğunlukla karıştırıyorlardı. Birçoğu köye yeniden geri dönüş yapmışlardı ve böyle bir tarihi tam olarak hatırlayamamaları bana üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olarak geldi. Ve geçmişte neyin, nasıl yaşandığını öğrenebileceğim kaynaklardan biri Başlangıç’ın Korku Tapınağı ise; diğeri de İHD’nin hazırladığı yıllık raporlar olabileceğine İstanbul’a ayak basmadan önce emindim. Bu kaynakları yeniden okumak, aynı zamanda ‘90’larla ilgili yaşananların nasıl anlatıldığına ve yorumladığına da bakmamı sağlayacaktı. 2010’lu yıllarda yaşanan orman ve köy yakmaları olmak üzere yaşanan sıcak savaş, geçmiştekilerle hangi açılardan benzerlik ve farklılıklar taşıyordu; bunların izini sürebilirdim.
Okuyacağınız bu yazıda bu düşünceler etrafında şekillenecek. Bu konu, benim doğrudan uzmanlık alanım değil; bu yüzden daha çok sesli düşünme yazısı olacak ve düşüncemin şekillenmesindeki izlekleri içerecek. Başlangıç gibi çeşitli unutulmuş kaynaklardan yararlanacağım. Bu kaynaklardaki bilgileri, Lice’deki gözlemlerimle birleştireceğim. Son olarak okuyucu bir konuda uyarmak isterim; Kürt sorununa dokunan herhangi bir yazı yazıldığında, çoktan güncelliğini yitirmiş olabilir. Bu yüzden bu yazı muhtemelen birçok güncel olayı içermemiş olacak.
DEVLET BİZE NE YAPTI?
Geçen yıl Çanakkale’nin Anadolu yakasında arabayla, yanmış bir orman arazisinin yanından geçtik. Arazi, saçları yeni çıkan bir bebeğin kafasını andırıyordu, bitki örtüsü yangın sonrası yeni gelişmeye başlamıştı. Annem üniversiteden bir hocanın yanmış ormanların ağaçlandırılmaması gerektiğini, kendilerini yenilediklerini anlattığını söyledi. Gerçekten de orman yeniden toparlanmaya başlamıştı. Lice’deki yangın sırasında/sonrasında “ağaçlandırma kampanyası örgütleyelim gibi bir öneri gelince” ilk aklıma gelenlerden biri bu oldu: Acaba buradaki ormanlar da kendilerini toparlayabilirler mi veya buna izin verirler mi?
Çanakkale’de kulağıma kaçan bilgiyle, aslında hiç de bilmediğim bu alanda internette gezinmeye başladım ve Çağatay Tavşanoğlu’nun “Yangınlar ve Biyoçeşitlilik” (2010) adlı makalesine ulaştım. Bu makalede, biyoçeşitliliğin sürdürülmesinde yangının rolü ve Akdeniz ekosistemindeki ormanların yangından sonra -otlatma yapılmaması, ikinci kez yangın görmemesi gibi yıkıcı durumlar olmadığı takdirde kendilerini yenileyebilme özelliklerinden söz ediyordu. Makaleyi okur okumaz bu durumun, Mezopotamya’daki ormanlar için de geçerli olup olmadığı konusunda yazarına mail attım. Tavşanoğlu’nun bana gönderdiği cevap mailinde; bölgede çok fazla çalışma yapılmadığı, yangının doğal bir faktör olduğu; bölgedeki ekosistemlerin örtü yangınlarına daha sık maruz kaldığından birçok bitkinin tohumlarının yangına daha dirençli hale gelmiş olabileceğini ve birçok bitkinin de zaten hâlihazırda mevcut olan toprak altında sürgün verme kapasitesi sayesinde yangını canlı atlatabileceğini tahmin ettiği yazılıydı. Bu cevap, araştırma yapılmadan ormanlık alan için ağaçlandırma kampanyası örgütlemeyeceğimizi –en fazla sembolik olabilir- ve ormanın kendisini toparlamak için beklememiz ve onu korumamız gerektiği anlamına geliyordu.
Yalnız Lice’de, Dersim’de ve yangının çıkartıldığı her yerde yangının seyriyle ilgili bir farklılık vardı; bu farklılık sadece tarım alanlarını kapsamasıyla ilgili değil; aynı zamanda yangının çıkış biçimiyle de ilgili. Yangın basit bir kâğıtla ormanı tutuşturmak yoluyla veya su şişesinden çıkmamıştı. Köylüler ve bölgeye yangını söndürmek için giden tanıklar –aralarında milletvekilleri de var, helikopterlerden aşağıya düşerken kırmızıya dönüşen ve yangın çıkartan yeşil bir tozun atıldığını gördüklerini anlatıyorlardı. Ve Lice’deki bir tanık, helikopterlerin beş kez bu şekilde toz attığını gördüğünü anlatıyordu. Yangının ne kendi kendine sönmesine ne de insanlar tarafından söndürülmesine izin veriliyordu. Kimyasallar aracılığıyla ağaçsız, evsiz, canlısız bir ova yaratılmaya çalışılıyordu -tıpkı Garzan ovasının önemli bir kesimi gibi. 2000’lerde köye geri dönüş yapmış bir teyze, panzerle bir samanlığın yakıldığını anlattı. Bu durum da insan sormadan edemiyor, yangın ekosistemi yenileyici bir faktör olarak mı işliyor; yoksa bir savaş politikasının aracı olarak mı?
YAKILMA, YERİNDEN EDİLME, TEKRAR YAKILMA
Fis köyünün bağlarının ve meyve ağaçlarının bir kısmı, Dakyanos Kalesi’nin yakınındaki yamaçta bulunuyor. Bu yamacın eteğinden dahi, uçsuz bucaksız bir ova ayaklarınızın altında. Normal şartlarda bu manzara insanı Balzac’ın veya Mehmed Uzun’un satırlarındaki gibi büyüleyici bir etki bırakır. Ama karşımızdaki manzara, hüzün ve nefret duygularına neden oluyor; çünkü yamacın hemen hemen tamamı, ovanın ise önemli bir kısmı yakılmış; ağaçların seyrek olduğu dağlar ise 1990’larda yanmış. Köylüler, hiç bıkmaksızın helikopterden yanıcı bir toz bırakıldığını ve söndürmek için gittiklerinde üzerlerinde ateş açıldıklarını anlatıyor ve bize her şeyi göstermek istiyorlar. Bağların ve ağaçların birçoğu, siyah iskeletlere dönmüş; bazılarının ucunda üzümler sarkıyor. Toprakta yangından kaçmaya çalışan köstebeklerin açtığı çukurları görüyoruz. Gözlerimin önüne, yangından kaçma paniğiyle toprağın her yerini delik deşik eden köstebekler geliyor, bir yeri kazıyor, sonra az ötesini kazıyor; olmuyor. Kurtulup kurtulamadıklarını ise bilmiyoruz. Bu satırları yazarken kızımın kitaplığındaki Kürtçe Türkçe çift dilli basılan Kafasına Edeni Bulmaya Çalışan Küçük Köstebeğin Hikayesi (2014) isimli kitap aklıma geldi. Bu kitapta köstebeğin kafasına, tam yuvasından çıkarken birisi kaka yapıyor ve köstebek kitap boyunca kafasındaki kakayla, kakayı kimin yaptığını bulmaya çalışıyor. Bu bulma çabası, öğrenme sürecine dönüyor. En sonunda sineklerin yardımıyla bulunca, kakadan kurtuluyor ve kafasına edenin kafasına küçücük bir kaka konduruyor. Böylece intikamını almış oluyor. Lice ve başka yerlerde köstebeklerin kafasına bomba atılıyor ve kafasına bomba atılanlar, kafasına asla bomba atamayacaklar. Ancak bombacılar ve çocukları, ekosistemin tahrip olmasından dolayı hisselerine düşeni hepimiz gibi alacaklar.
Heyete eşlik eden köylüler, gezindiğimiz bağın 1993 veya 1994’te bir kez daha yakıldığını söyledi. Bu yakılmayla ilgili olarak bir amca, şikayette bulunduğunu ve bu yüzden kendisinin cezaevinde yattığını anlattı. Cezaevinde yatmasının sebebi ise yakılan arazinin kendilerine ait olmamasıydı, ormana aitti ve onlar devletin arazisine girmişti. Ama köylüler, uzun yıllardan beri kullanım hakkının kendinde olduklarını söylüyorlardı. Asmalar çok yaşlıydılar. Ve kendileri, 2000’lerin başında tekrar gelmişlerdi. “Açılım döneminde”, neoliberal politikaların küçük üreticiyi bitirme politikalarına rağmen tarım yapmayı tercih etmişlerdi. Bu bile bir direniş anlamına geliyordu.
Yakılma, yerinden edilme, tekrar yakılma, söndürmenin engellenmesi, arazinin kullanım hakları… bunları duyunca Başlangıç’ın kitabını niye anımsadığım daha iyi anlaşılmıştır. Ama arazinin kullanım haklarının köylülerde olması, bana Ermeni Soykırımını anımsattı; ama bunun yeri ve zamanı olmadığını düşünerek dillendirmedim. Yanmış bir üzüm salkımının yanından geçerken köylülere, belki heyetten kimsenin aklına gelmeyecek bir soru sordum: “Asmalara ilaç atıyor musunuz?”, “İlaçsız olur mu” cevabını aldım. Sadece “olur” diyebildim. Bu cevap, uzun zamandır kafamda olan başka bir konuyu düşündürdü: yerinden edilmeyle/sürgün tarım hafızasındaki kopuşun ilişkisi ve endüstriyel tarımın yerleşmesi. Kimyasal ilacın, bölgeye girişi en erken Marshall yardımlarıyla olabilirdi. Belki, hatta 2000’lerde. Köylülerin anlatılarından, bu yirmi yıllık süre zarfında bağlarla ilgilenen insanların değişmediği anlaşılıyordu; ama ikinci kez tarıma başladıklarına aynı tarım pratiklerini mi uyguluyorlardı?
BOŞALTILAN KÖYLER
Lice’den döndüğüm günün akşamı ilk elimin altında olan kaynağa, Raymond Kévorkian’ın Ermeni Soykırımı (2015) adlı muhteşem araştırmasına baktım. Kévorkian’ın kitabında mutlaka ufakta olsa Lice ile ilgili bir şeyler bulacağıma emindim. Nitekim Kévorkian Lice’de 1914 yılında 5.980 Ermeni’nin ve 1.980 Ordotoks Süryani’nin yaşadığını (516) aktarıyordu ve ayrıca Ermeni halkını katletmeyi ve yerinden etmeyi reddeden Lice Kaymakamı Nesimi Bey’in, Hamit Kapancı yerine Diyarbakır vilayetine atanan Dr. Mehmet Reşit tarafından yolda katlediliş hikayesini de (356). 100 yıl önce, Lice’de binlerce insan yüzyıllardır ekip biçtikleri arazilerden kopartılarak ölüm yollarına gönderilmişlerdi ve bu topraklarda aynı şeyler yine yaşanıyor. Sadece insanlar değil, muhtemelen asırlık tarım pratikleri ve atatohumları da beraberinde yok olup gidiyor. Belki bugün ovadaki bağlar aynı bağlar; ama ona bakım yöntemleri aynı mı? Elinizde bir atatohumu var diyelim ve onun dilinden anlamıyorsanız, o sizinle konuşabilir mi? Bu yüzden bölgedeki tohum çeşidinin azalmış olabileceğini düşünüyorum. Birazdan bununla ilgili yakın tarihe dair bir gözlemimi paylaşacağım.
Döndüğümün ertesi günü, kütüphaneye gittim ve Celal Başlangıç’ın kitabını buldum (yasaklı bir kitabı devlet kurumuna ait kütüphanede bulmak ayrıca bir zevk). Lice ile ilgili kısmı okumaya başladım. Başlangıç, İHD’nin bir basın açıklamasında Lice’nin 1993-1996 yılları arasında gözaltında tutulduğu tespiti yaptığını aktarıyor (224). Bu tarihlerde Lice’ye giriş çıkışlar engellenmiş. Başlangıç, Lice’de 56 köyden 40’nın; 15 mezradan 12’sinin yakıldığını da yazıyor (322). Zorla koruculaştırılmaya direnenlerin başına gelenleri, katledilen insanları, bölgeye girmek isteyen politikacıların ve gazetecilerin nasıl ilçeye sokulmadığını, sokulduğu zaman da insanların onlara ancak fısıldayarak tek kelime söyleyebildiklerini; kısacası Lice’nin gözaltında ne yaşadığını anlatıyor.
Kütüphanede ayrıca “Yakılan Köylerden Bir Kesit” adlı 1994 tarihli İnsan Hakları Derneği’nden çıkmış bir araştırmaya ulaştım. Burada Lice’de köy boşaltmaların nasıl hızlı bir şekilde yaşandığına dair bir veri de buldum. 1993 yılının 24-29 Haziran günlerinde, 5 gün içerisinde 8 köy ve 1 mezra boşaltılmış (122). Ve aynı kaynak 1993 yılında Lice’de boşaltılan köy sayısının 36 olduğunu belirtiyor (239). Baskının ve şiddetin yoğunluğu ve uzunluğu, köylülerin neden tam olarak tarihleri aktaramadığını açıklıyor. Şiddet bir kez olup bitmiş değil, sistematik olarak yıllara yayılarak yaşanmış ve yaşanmaya da devam ediyor. Bu yüzden de bir teyze evimi bin kez de yaksala bin birinci kez inşa edeceğim diyebiliyor. Lice’de insanlar, artık fısıldayarak konuşmuyorlar, yüksek sesle anlatıyorlar.
İNSANLAR ÖLDÜRÜLÜRKEN DOĞA KORUNUR MU!
İnsan hakları raporlarına hızlıca göz gezdirirken 1998 yılında Mazlumder’in çıkardığı bir raporda Greenpeace Türkiye Koordinatörü Tolga Temuge’nin ünlü demecine de denk geldim. Burada Temuge, Greenpeace olarak ormanların ve köylerin yakılmasına karşı olduklarını, ama devletten çekindiklerinden dolayı bunu örgüt olarak dillendirmediklerini belirtiyor ve sonra şöyle söylüyor “Ortada bir savaş var. Asıl önemlisi insan yaşamı. İnsanlar öldülürken doğa tahrip edilmesin demenin de anlamı yok.”
Bu demeci aktarmamın nedeni eski defterleri ortaya sermek değil; köy boşaltmalarını ve orman yakmalarını, insan doğa ikiliğine düşerek okuyan dile dair bir örnek sunmak; çünkü Greenpeace Türkiye Koordinatörü’nün bu dili insan-doğa ikiliğini yeniden üretiyor ve aslında tam da kaçındığı şeyi yapıyor. Sadece insanların geçim araçlarının yok edilmesinden söz etmiyorum. Mezopotamya, bugün artık arkeolojik kazılar sayesinde daha net biliyoruz ki insanın ekosistemi dönüştürmede önemli buluşlarından biri olan tarımın keşfedildiği coğrafyalardan biri. İnsanlar, binyıllardır bu bölgede tarım yapıyorlar ve buradaki döngünün bir parçasılar. İnsanların içinde yaşadığı ve bir parçası olduğu ekosistem tahrip edildiğinde, insanın kendisi de tahrip ediliyor; insanlar ve onların gelenekleri tahrip edildiğinde ekosistemdeki dengede bozuluyor. Ayrıca insan ile doğa arasında bir ayrım yok. İnsan vücudu, binlerce başka canlıyı; bakteriyi barındırıyor. İnsanlar –günümüzde her ne kadar bazıları topraktan korkacak kadar ileri gitseler de- doğanın birer unsurular. İnsanın ekosistemin bir parçası olarak kavrandığımızda, insan ile doğa gibi ayrım üreten bir öncelik arayışına girmenin bir anlamı kalmıyor.
İSTATİSTİKLER.. YA EKOSİSTEM?
2008 yılında Mardin Artuklu Üniversitesi tarafından yapılan “Dünden Bugüne Lice” adlı sempozyumda sunulan tebliğler daha sonra kitaplaştırılmış (Bunu da aynı kütüphanede keşfettim). Bu tebliğlerden biri de Halis Özer’in 1990 sonrası “Lice ve Çevresinde Tarımsal Faaliyet” adlı makalesi. Çok umutlanarak okumaya başladım, ama daha çok eleştirdiğim düşünce sistemine dair malzeme buldum. Bu makalede, 1991-2007 yılları arasında Lice’de meyve ve sebzelerin üretim miktarını gösteren bir tabloya yer verilmiş (Tabii ki TUİK verileri). Bu tabloya göre Lice’de 1991 yılında 14.678 adet karpuz üretilmiş; 1994 yılında ise bu sayı 89’e düşmüş. Üretim niceliğinin düşüşü, ne bu yıla ne de bir ürüne has.
Sonraki yıllarda biraz artsa da üretim hacmi, hiç bir zaman 1991 yılındaki sayıya ulaşmıyor. Şaşırmıyoruz. Bu tablo, zaten bildiğimiz bir konuyu savaş politikalarının sonucunda tarımsal üretimdeki niceliksel düşüşü gösteriyor; ama benim sorunsallaştırmak istediğim tek başına bu değil. Tarımsal üretim yapan insanlar yerinden edilir ve topraklarına girmeleri yasaklanırsa ve ardından arazilerinin büyük tarım şirketleri tarafından elkonulması gibi durumlar yaşanmaz ise tabii ki tarımsal üretim düşer. Bunda şaşıracak bir şey yok. Bununla ilgili istatistik yapmak, kanıt göstermekten başka bir işe yaramaz. Bu istatistiğin sakladığı başka şeyler var. Bu ve benzeri istatistikler toplam üretilen ürüne ve onların nereye satıldığına (ihracat mı ithal mi) yoğunlaşır; ne onların hangi tohumdan nasıl üretildiğiyle, ne yerelde tüketilip tüketilmediğiyle, ne de artıklarının nereye gittiğiyle ilgilenir. Örneğin atatohumundan mı yoksa özel şirketlerden aldığı hibrit tohumdan mı olduğu; kaç tür karpuzun yetiştirildiği önemli konular değildir. Karpuz kabuklarının toprağa dönüşüp dönüşmediği veya hayvanların yiyip yemediği ise ilgi alanına hiç girmez. Kaç tane istatistik, şu kadar karpuz kabuğunun kompost veya hayvanlara yem yapıldığıyla ilgili veri sunar? Belki karbon ayakizine dair yapılmış araştırmalarda bunlara rastlayabiliriz, o kadar. Konvesyonel endüstriyel tarımda karpuz, sadece bir meta olarak vardır; onun ekosistemdeki yeri sadece ekoloji duyarlılığı olan insanların ilgi alanına girer. Hatta TÜİK karpuzların büyük şirketler tarafından üretilmesini, istatistik verilerini toplamak daha kolay olacağı için tercih bile eden istatistikçiler olacaktır. Dolayısıyla Özer’in sunduğu tablo; hakim istatistik verilerinin ve onu kullananların mantığının, aslında ekosistemi tahrip edici süreçleri besleyen politikanın ifadesinden başka bir şey değildir.
GERİ DÖNÜŞ
2000’lerde köye geri dönüşlerle, insanların önünde yerlere eğiliceğimiz tekrar her şeye yeni baştan başlama çabasıyla, üretim miktarı aynı duruma geri getirebiliriz. Veya bir şirket gelir, bütün araziyi alır ve üretim miktarı belki kat kat artar. Arada geçen seneleri de istatistikçi kayıp yıllar olarak varsayabilir. Ya tarımsal hafızadaki kopuş ve tohum çeşitliliğinin azalmasıyla ilgili ne yapılabilir? Köy yakmalar, aniden yerinden edilmeler atatohumların yok olmasına neden olan olgulardan biri olamaz mı? Atatohumların dilinden anlayan insanların deneyimlerini bir sonraki nesile aktarma konusunda da kopukluk oluşmuş olamaz mı? Beysanoğlu 1963 yılında yayınladığı bir araştırmasında, Diyarbakır’daki kavun ve karpuz türlerine dair verilere ulaşabiliriz. Beysanoğlu Diyarbakır’da tam olarak 7 çeşit karpuz ve kavunun yetiştiğini aktarmaktadır. Muhtemelen Lice’de de bu türlerin bir kısmı yetiştiriliyordu. Jandarma geliyor ve köyünüzü çok kısa bir zamanda boşaltın diyor; hatta bunu demesiyle evlerin, ambarların ateşe verilmesi aynı anda gerçekleşiyor, belki tersi veya zaten göçecek insan kalmıyor. Ve 1915’te de aynı şey gerçekleşmişti. Bugün Lice’ye belki insanların bir kısmı geri dönebildi; peki atatohumları geri dönebildi mi? Aileden aktarılan tarımsal hafıza tekrar yaşatabildi mi?
BAŞKA BİR DİRENİŞ ALANI
Köye geri dönmek tarıma devam etmek sadece Kürt hareketinin mücadelesi açısından değil, küçük köylü tarımına dönüş anlamına gelmesi açısından da bir direniş. Ama tekrardan yükselen savaş ve konvesyonel endüstriyel tarım politikaları -hibrit ve GDO’lu tohumla birlikte zirai ilaç, kimyasal gübre kullanımı, monokültür ekimi, şirket tarımı ve büyük zincir marketler yoluyla satış-, tarımsal hafızayı ve atatohumlara geri dönüşü zorlaştırıyor. Ve geri dönenler tarım yapmaya devam edebiliyorlarsa kendilerini, ekosistemi tahrip eden konvesyonel endüstriyel tarım politikalarının kıskacında bulabilirler. Ama Lice sadece savaş politikalarına değil, konvesyonel endüstriyel tarım politikalarına karşı da direnişin kapısını açıyor.
Bugün küçük üretici olarak bütüncül organik/doğal/biyolojik… tarım yapmak ve bunun yerelde tüketilmesini sağlamak önemli bir direniş alanı. Lice’de bununla ilgili önemli çabalar var. Haziran ayında Amed Ekoloji Meclisi’nden bir arkadaşımız, gelecek sene Lice’de ortaklaşa organik üretim yapan bir kooperatifin kurulacağını ve ürünlerin sadece yerelde satılacağını aktarmıştı. Son yangında kooperatifin kullanmayı düşündüğü arazisi yandı. Ve aldığım duyumlara göre köy, boşaltılmaya çalışılıyor.
Amed Belediyesi’nin Yerel Ekonomiyi Güçlendirme Daire Başkanlığı Lice Belediyesi ile birlikte Lice organik Ürün Pazarı Projesi’ni Eylül ayında uygulamaya koymayı planlıyor. Bu projede topraksız tarım işçilerine tarım arazisi de sağlanacak. Bunun için gerekli maddi desteği de bulmuş durumda. Ekosistemle uyumlu bir tarım, özel güvenlik bölgelerinin ilan edildiği, korku tapınağı şartlarında değil; barışın hüküm sürdüğü bir yerde mümkün. Ve Lice’nin, bizlerin de dayanışmasıyla bu konuda da yüksek sesle konuşmaya devam edeceğine inancım sonsuz.
Kaynakça
“Belediyemiz Lice’de Organik Ürün Pazarı Kuracak”, http://diyarbakir.bel.tr/haberler/item/1523-ekonomi.html# (11.08.2015).
Celal Başlangıç, Korku tapınağı : Güçlükonak – Silopi – Lice – Tunceli, İstanbul : İletişim Yayınları, 2001.
Çağatay Tavşanoğlu, “Yangınlar ve Biyoçeşitlilik”, NTVBilim Ağustos 2010, s. 42-44, http://yunus.hacettepe.edu.tr/~ctavsan/papers/Tavsanoglu_2010_ntvbilim_yanginlar_ve_biyocesitlilik.pdf (28.07.2015).
Dünden bugüne Lice sempozyumu bildirileri (2008 : Diyarbakır), Mardin : Mardin Artuklu Üniversitesi Yayınları, 2012.
Şevket Beysanoğlu, Bütün Cepheleriyle Diyarbakır, Diyarbakır : Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası, 1963.
Metin Can ve diğerleri, Yakılan köylerden bir kesit, yayına hazırlayan Erol Anar, Ankara: İnsan Hakları Derneği, 1994.
Werner Holzwarth, Wolf Erlbruch, Kafasına Edeni Bulmaya Çalışan Köstebeğin Hikayesi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2014.