Doğanın dostu olmayınca, gittiğimiz her yerde nefes almakta güçlük çekmeye mahkumuz. Çünkü düşmanlığı, çantamızda götürmüş oluyoruz…
Çanakkale Boğazı’nın iki yakası birbirinden ayrı düşmüş iki dost gibidir; birbirlerini hissederler. Güneşin battığı yakadaki ormanlar, gün geceye geçerken siluetini suya bırakır. Bu güzellik büyüsü, hale hale suda dağılır. Kimi zaman, her şeye rağmen esebilen rüzgarlarla, kokularını güneşin doğduğu yakadaki dostlarına, ormanlara gönderirler. Kokularının, bu yakadakilerin dertlerine derman olmasını ister gibidirler. Çünkü onların, yolların ve yazlıkların betonlaşma dalgasıyla ayrı düşmüş sevgililer gibi olduklarını bilirler; küskün ve acılı. Her yanlarını RES’lerin çaldığı rüzgarların ve kuşların hasreti sardıklarını hissederler.
Bu sebeptendir ki güneşin doğduğu yakadaki ormanlar, gözyaşlarını cılız dereden denize akıtırlar. Böylece boğazın sularında akan güzellik, biz insanların sebep olduğu acıyla bulanmış olur. Ve insanların attığı naylon poşetlerin arasında dolaşarak dost yüzücülere derdini anlatır.
Boğazın suları, artık yüzücülerini üşütmüyor. Doğayı kaynak olarak gören kapitalist politikalar, lakin, sadece boğazın serin sularını ısıtmamakla yetinmemiş; boğazın meşhur rüzgarlarını da çalmış. Melih Cevdet Anday’ın “Güneşte” şiirindekinin aksine “rüzgarlar”, artık “alıp götürmüyor balıkçı teknelerini”. Rüzgarlara ihtiyaç yok çünkü “motorları var” denebilir. Ama motorlar, mavilik getirmiyor.
Doğanın canı yanıyor, çünkü doğanın canını yakıyoruz. Biz, kimiz?
Havada katliam kokusu; tırtırcılar
Bir gün, güneş henüz batmak için karşıya geçmediği bir saat diliminde belediyenin park bahçeler ekibi; takım taklavat sokağa damlayıverdi. Havada bir katliam hayaleti geziyordu, ağaçların ve benim şahitliğimde.
“Sadece iki ağacın elektrik tellerine değen dallarını kesecek”lerini söylediler. Bu sıcakta ağaçların dallarını kesmenin, onları yaralamaktan başka bir işe yaramayacağını düşünmekle birlikte biraz rahatladım. İlk önce bir dalı kestiler, sonra bir dalı daha; ama durmadılar. Testerin tırtır seslerinin arasında “betonu yer” gibi fısıltılar işitildi.
Azıcık esintiyle bile sağa sola sallanarak rüzgara dönüştürme kudretine sahip 20-30 yaşlarındaki bir ağaçtı. Tanışıklığımız kısa sürdü, meğer ölüm fermanı verilmiş. Fotoğrafını çekmeye gittiğimde, geri kalan iki güdük dal, koca bir sapanı andırıyordu. Dalları, yaprakları… yerlerde kan gölü oluşturmuştu. Acı, bütün ağaçlara yayılmıştı. Kim fark ediyordu?
Beton, yaşamdan daha değerli değil
Ağacın ölüm fermanını veren adam, bana “bahçenin betonunu çatlattığı için kestik”lerini söyledi. Kucağında iki yaşlarında bir çocuk vardı. Yanında karısı ve 9 yaşlarında bir çocuk daha. Geleceğe uzanan, ama kendi geleceğinin yok oluşuna ortaklık eden bir aile manzarası. Sanırım yer betonunu koruma kahramanı apoletini taşıdığını düşünüyordu. Çünkü kendinden emin bir edayla öne atılarak bana “betonun fotoğrafını da çekmem gerektiği”ne dair akıl vermeyi de ihmal etmemişti. Sonuçta ağaca karşı yer betonunu ve saadetini korumuştu. Alkış bekliyordu, ama ben pek alkışlanacak bir durum görmüyordum:
Ona “Beton, bir canlının yaşamından daha değerli değil” dedim.
Kahramanlık apoletinin, havada salınarak yaprakların yanına düştüğünü ve bütün düşünce sisteminin alt üs olduğunu gördüm.
“Bir ağacı, sırf yer betonu için öldürdünüz.” “Çocuklarınıza ne hesap vereceksiniz.”
Cevabı: “Size bir şey demiyorum.”
O sırada kadın suskun, çocuklar suskun, mahalle suskundu…
Ama doğa, suskun değil
Bu yazı yazmaya iten birinci nedeni, İstanbul’daki herkes gibi nefes almakta güçlük çekmem ise ikincisi de bahçemizdeki gencecik ağaçların kendilerini kurumaya vermiş olmaları. Büzüşmüşler. Ve bu, beni öfkelendiriyor; çünkü sebebi biziz.
Evet, kapitalizm doğayı yok ediyor. Burada şirketlerin, hükümet politikalarının rolünü göz ardı etmiyorum. Ama sıradan insanlarımızın da (milletin veya halkın) kendi bahçesindeki selvi boylu bir ağacı; bir canlı değil de kendi mülkiyeti olarak gördüğünü ve yer betonu uğruna bir çırpıda öldürme hakkını kendisinde bulduğunu da hatırlamadan edemiyorum. Sanki her yanımızı tırtırcılar kuşatmış. Doğa düşmanlığının bu gündelik hayata sirayet etmiş, normalleşmiş hali bana hiç de masum gelmediği gibi göz ardı edilebileceğini de düşünmüyorum. Sadece büyük şirketlerin, hükümetlerin doğa karşıtı politikalarına değil; onun normalleştirilmiş hallerine de karşı çıkmak gerektiğini düşünüyorum.
Tırtırcı beton merkezli belediyecilik
Çanakkale Belediyesi ise, malumumuz, CHP’li. Bu örnekte görüldüğü üzere belediye de aynı zihniyetin hiç naz etmeyen uygulayıcısı olabiliyor. Örneğin park bahçeler müdürlüğünün şöyle bir politika uygulamasının çok mu zor olduğunu düşünmeden edemiyorum:
“Bu mevsimde ağaç budanmaz ve çubuk makarna gibi ikiye hiç bölünmez” (temel ağaç bilgisi).
“Yer betonu için ağaç kesilmez” (öncelik sıralaması).
“Eğer sizi çok rahatsız ediyorsa, yer betonunuzu onaralım. Mesela seviyeyi yükseltebiliriz” (ekoloji soslu pratik çözüm yöntemi).
Maalesef tüm bunların yerine, belediyenin tercihi pür-ü pak beton merkezli olandan yana: “Bu ağaç, yer betonuna zarar mı veriyor, hemen keselim.” Tırtır tırtır…
Ama tırtırcılar bilmiyorlar ki ağaçların kendi aralarındaki iletişimleri sayesinde doğaya bir tehlike olarak kaydediliyorlar. Bu suça ortak olanlar, doğada dost olarak bilinmeyecekler. Doğa unutmayacak!
Özgürce nefes alabilmek için toprak …
Doğanın dostu olmadıkça da, gittiğimiz her yerde nefes almakta güçlük çekmeye mahkumuz. Çünkü düşmanlığı, çantamızda götürmüş oluyoruz…
Halbuki ağaçları mülkiyetimiz gibi görmekten vazgeçip onlarla birlikte yaşamayı tekrar öğrenmeye başladığımızda, özgürce nefes alabildiğimiz “en güzel günlerimiz”in toprak “yolları” da oluşmaya başlamış olacak. Evet, toprak!
Tabii, betonları sökmek için hala nefes alabiliyorsak.