“Kovalıyorsun kendi kendini
hayat buysa ben yokum der gibi
dönüyorsun hep aynı yere
yeni baştan başlıyormuş gibi.”
DİDEM BESLEN
Yaşam hakkı kutsaldır ve herkes içindir. Bize benzemeyenler için de. Bugün ‘Farklı Olanın’ dünyasına yönelttiğimiz tüm delici ve dikizleyici bakışlar taciz, aşağılama, homofobi, transfobiye dayalı nefret suçları, fiziksel şiddet gibi çözülemeyen pek çok hak ihlali yok sayılamaz bir problem olarak yanı başımızda beklemektedir. Toplumun arka odası trans bireyler; erkin baskıyla şiddetle ördüğü o çok yüzlü dünyasında -belki de erkekliğin sahne geleneğini bozduğu yanılgısıyla- dışlanmakta, diploma alamamakta, iş bulamamakta, işkenceye uğramakta ve öldürülmektedir. Şanslı bir kısmı ise kimselerin görmediğini sandığı ‘rasyonel olmayan’ tarafımızın tatmini olarak ya eğlence sektöründe kendine göreli bir yer edinmekte ya da ekranlarda komedi unsuru olarak ‘erkekliğin’ karşıtı gülünç bir temsile indirgenmektedir. Oysa bizden farklı olana göreli duygulanımlarımıza göre korku ya da nefret yansıtılamaz. Tahammül edemediklerimize tahammül göstermek, demokratik edim ve hukuksal bir zorunluluktur.
O halde kendimizi her durumda kayıran, üstün gören ve gösteren bizi adalet anlayışından uzaklaştıran, bir çırpıda ahlak dışı olana karar verdirten bu acımasızlık bize ne zaman ve nasıl ekildi? Üstelik o çok sahiplendiğimiz başkasının canını acıtarak savurduğumuz sözde fikirlerin bize ait oldukları bile şüpheliyken! En azından psikanaliz bu şüphede ısrarcıdır. 20.yy’ın ünlü psikanalisti Lacan’a göre dünya, daha doğmadan hazırlanmış ve bizi dille bekleyen olarak, karşımızda durmaktadır. İnsan her durumda geç kalmıştır. İnsanı büyüten şey, dil ve onun sınırlılığındaki algılarımızdır. Bu bir anlamda Ötekilerin kurduğu bir büyük otoritenin bizi dil aracılığıyla tutsak etmesidir. Yüksek sesle söylenen pek çok konuda örneklenebilecek ata nitelendirmeleri “kız başına”, “saçı uzun aklı kısa”, “erkek sözü”, “erkekliğe sığmamak” gibi pek çok cinsiyetçi söylem erken yaşlardan itibaren zihnimizi etkisizleştirerek hak savunusunu da baştan alaşağı eder. Bu arada fikirlerin tutsağı mıyız fikirleri kabullendik mi bilemeyiz bile. Görülür ki toplumsalın inşası ilkin dildedir.
Diğer yandan “kendimle ilişkim dışarıdan yapılanır. Kim olduğumu, başkalarının bana söylediklerinden öğrenirim.” Ego beğenmek ve beğenilmek için kendi onama kaynaklarını beslemeye devam eder. Aslında problem toplumsal üzerinden varlığını ayarlayan egonun her durumda kendine iyi bir savunma bulma arzusudur. Düşman seni yaşatmayan, seni onaylamayandır ne de olsa. Bireyin kendini, o bildik makbul gösterme ikircikliği de dile yerleşmiştir: “kol kırılır yen içinde kalır” geleneğiyle. Misafire, geçiciye, onaya sunulan dünya ve yen içinde kalanlar… Dil, hayatla bağımı sağlamlaştırmada toplumsalın onayını arayan kuvvetli bir gösteren olmuştur artık. Oysa aradığımız cevap ne tam olarak çoğunluğun beğenisinde ne de bize uyumlu olmayacağını düşündüğümüz yaşamların bizde açtığı eksiklik duygusundadır.
İşte “Ses Etme” şarkısına çektikleri cesur kliple Athena, dokunulmaz bir konu olan trans bireyler üzerinden tüm hak ihlallerinde olduğu gibi aynı olmayanın varlığını görmeyen, silen, cezalandıran tekinsiz yanımızla bizleri yüz yüze getirir.
Etik zor yoldan elde edilir. Ve tüm maddi kazanımlardan çok daha önemlidir. Ahlaki görünmenin ahlaki olmanın önüne geçtiği, kurbanın bile ahlaki görünme telaşıyla kendini suçladığı, sustuğu, susturulduğu bir dünya düzeni arzu ettiğimiz birlikte iyi yaşam idealini bize veremez. Konuşmalı, tartışmalı ve ‘Ses Etme’li kendimizi epey silkelemeliyiz. Çünkü arzuladığımız dünya Ötekini yaşatmak ve onun yaşaması için her tür düzenlemeyi yapmakla mümkündür, suçu meşru hale getirmekle değil.
“Bu satırı sen yazdın bu onun suçu değil./Öyle ol istedin/ geber istedin…” hak ettiğine inanılan tüm Öteki ölümlerini açıklayabilir herhalde. Burada trans kadın Eylül Cansının intihar videosunu hatırlamak olası: “Herkesi vicdanıyla baş başa bırakıyorum, ben artık yapamıyorum.” sözleriyle yaşama veda eden…
Öyleyse yaşamaya ve yaşatmaya odaklanalım. Bu bir fikri, bir arzuyu, ufacık bir hayali yaşatmak bile olsa… Eğer doğru soruları soramıyor ya da soruyor ama susuyor, iyiden yana tavır alamıyorsak yani adalet, düzen ve eşitlik okumalarımızda henüz o sayfaya gelememişsek, kendimizle hakikat arasına koyu bir perde germişiz demektir. Çünkü insan yaptıkları kadar, yapmadıkları, sustukları ve görmezden geldiklerinden de sorumludur.
Neyse ki klibin (kısa filmin) sonu güzel biter. Bir el, dünyanın çirkin yüzüne inat şefkatiyle sarıp sarmalar yaramızı, üstelik trans hayata hiç de ait olmadığı sanılan ‘yaban’ bir kimse tarafından.
Tekrar olarak gerçekte meselemiz etik ise, önce kadınlığın ve erkekliğin erkin kaleminden yazıldığı, yalnız “erkek gibi kadınların” onaylandığı dolaşımda olan dile bakmalı. Beşiktaş- Fenerbahçe maçı sonunda tecavüz iması barındıran kumaş üzerine kırmızı leke dövizleri taşıyan seyircilerin gösterisini düşünmeyi ise başka bir yazıya bırakıyorum.
Sorumluyuz!!!
<iframe width=”654″ height=”400″ src=”https://www.youtube.com/embed/cNPei56WhAk” frameborder=”0″ allowfullscreen></iframe>