R. TAMAY BAŞAĞAÇ GÜL – TÜREL ÖZKUL (*)
İnsanın insanla ve doğayla ilişkisi, kuşkusuz her zaman bir hükmetme-hükmedilme ilişkisi içerisinde olmamıştır. Amacı ve işleyişi anlaşılmaz, dev bir mekanizmanın güçsüz ve genellikle korumasız, ufak bir parçası olarak kendini sakınan, bir günden diğerine hayatta kalmaya çalışan ama bunu da korku ve tedirginlik içinde yaparak binlerce yıl yaşayan insanın (özellikle de erkeklerin) böbürlenmesi, kibir biriktirmesi Neolitik dönemde başlamıştır. (Anonim 2000)
Üretici ekonominin ilk evresi olan ve insan usunun sihirsel düşünüşten dinsel düşünüşe yönelen geçiş evresini oluşturan Neolitik çağda erkekler yaptıkları silahlarla doğaya ve hayvanlara saldırırken; toplayıcılıkta uzmanlaşarak yabanıl tahıl devşiriciliğinden bitki üreticiliğine geçen kadınların, insanlığın en büyük devrimini gerçekleştirerek onu asalak ekonomiden üretici ekonomiye geçirdikleri ileri sürülmektedir. (Childe, G. 1998, . Şenel, A. 1995, Şenel, A. 1996b). Kadının üretimdeki bu rolü, düşünceye de yansımış ve insanları, hayvanları, bitkileri de içeren tüm doğanın verimliliğini sağlayan “toprak ana”, sınıflı uygar toplumun başında ilk tanrılaştırılan doğa gücü olmuştur. Öte yandan, Yukarı Paleolitik dönemden kalıtılan sihirsel düşünüşün hayvanları konu alan totemci biçimi güçlenerek varlığını sürdürmüştür (Şenel, A. 1994, Şenel, A. 1995,Şenel, A. (1996a).
Üretici ekonominin giderek ayrımlaşan çiftçi-çoban topluluklarının yaşam biçimlerindeki zıtlık, çobanların çiftçiler üzerine çöreklenmeleri ile farklılaşmış uygar toplumu doğurmuş ve çoban toplulukların “erkek kültü” uygar toplumun egemen sınıfın kültü olarak onun örgütlenme ve düşün biçimine damgasını vurmuştur (Şenel,A. 1995, Şenel, A. 1996b).
ATAERKİLLİĞİN HÜKÜMRANLIĞI
Ataerkilliğin ve “tahakküm” ideolojilerinin yükselmesi ile ortaya çıkan hiyerarşik toplumun ilk kurbanları arasında kadınların yer aldığı ve “erkeğin hayvanlardan ayrı ve onlara üstün olduğu kabulünde biçimlenen bir ideoloji” olarak tanımlanan ataerkilliğin temelini erkeğin tanrı ve yüksek iktidar/bilgi denklemleriyle ilişkilendirilmesinin oluşturduğu ileri sürülmektedir. (French, M. 1985)
Erkekleri evrenin merkezine, diğer canlılardan ayrı bir yere koyan anlayışın yasal bağlamdaki ilk örnekleri, eski Yunan ve Roma Hukukunda verilişi, her ikisinde de özgür iradeden yoksun olduğuna inanılan varlıkların (kadınlar, çocuklar, köleler, deliler ve hayvanlar) tamamı mülk olarak sınıflandırılmıştır (Wise, S.M., 2002). Kocası öldüğü zaman kadına yaşama hakkı tanınmayan ve kocasının cesediyle birlikte yakılan eski Hindistan’da, kadına evcil bir hayvanmış gibi davranılan Eski Mısır’da ve insan olarak tanımlanmayan kadına isim yerine numara verilerek seslenilen Eski Çin’de (Pehlivan, R., 2003) o dönemde hüküm süren –bazısı halen yaşayan- dinler uyarınca “seçilmiş hayvanlara” duyulan saygı bir kenara bırakılırsa, kadınlara ve (diğer) hayvanlara yaklaşım biçimleri arasında büyük benzerlikler bulunmaktadır (Başağaç, T., 2002, Challaye, F., 1994).
Kadınları, köleleri ve hayvanları yaratılışları gereği aşağıda gören ve onların ahlaki varlıklar olarak ciddiye alınamayacağını söyleyen Aristo’nun yaklaşımı (Aristotle, 1989, Clarke, P.A.B.,-Linzey, A., 2002) kadının ikincilliğini doğal kabul eden ve bunu, onun bedeninin denetlenmesinin meşru gerekçesi sayan üç büyük dinde adeta bir doktrin olarak benimsenmiştir. Bu özellik, tarihsel ve coğrafi olarak üç geleneğin de aşağı yukarı aynı ya da birbirine yakın topraklarda ve benzer koşullarda, benzer gereksinimlere yanıt olarak doğup gelişmeleriyle açıklanabilse bile, bugünkü ifadelerinde de kadınlara ilişkin tutum ve anlayışı odak almaları ilginçtir (Berktay, F., 2000). Öte yandan, evcilleştirme ve totemizmin yıkılışı ile birlikte belirmeye başlayan insan-hayvan ilişkisinin insan merkezli özelliği, tek tanrılı dinlerle birlikte daha da pekişmiştir. (Başağaç, T. 1998).
Roma İmparatorluğunun yıkılmasıyla, Rönesansın doğuşu arasında, Batı Avrupa’da uygarlığın meşalesini taşıyan Hıristiyan Kilisesi’nin Hıristiyanlaştırdığı antik felsefenin (Platonculuk ve Aristoculukla uyumlandırılan Hıristiyanlığın) hem kadına hem de hayvana bakış açısı, Müslümanlıkta olduğu gibi pek iç açıcı görünmemektedir (Başağaç, T. 2002).
13. yüzyılda kadınları erkeklerden daha aşağı bir cins, hayvanları ise insanlardan daha aşağı bir tür olarak gören Thomas Aquinas’ın yazıları (Aquinas, S.T., 1989) ile gerek kadınlara gerekse hayvanlara yönelik tutum giderek acımasızlaşmış; dindarların dar kurallarına uymadıkları için öldürülen insanların çoğunu, şeytanla ortaklık yaptıkları sanılan hayvanlarla ilişki kurmaktan dolayı suçlu bulunan kadın büyücüler oluşturmuştur (Aquinas, S.T. , 1989, Kadıoğlu, S. 2001). Büyücülere ve Cadılara karşı saldırılar, 15. yüzyılda daha da yoğunlaşmış; öncelik kadınlarda olmak üzere, binlerce insan yakalanarak Engizisyon’un kollarına teslim edilmiştir. Aynı dönemlerde, itiraf ettirmek için hayvanlara da işkence yapıldığı; inilti ve bağırtılarının suçu kabul etmeleri olarak yorumlandığı kaydedilmiştir. Örneğin, Basel’de bir horoz, “yumurtanın üstüne oturmak gibi tuhaf bir suç işlemekten dolayı” kazığa bağlanıp yakılmıştır. (Scott, G.R., 2001).
Kilisenin yetkesinin gevşemeye başladığı bir dönemde, aklını “akılla bozan” düşünürlerinin ünlülerinden Descartes, işi hayvanları sıradan makinelere indirgemeye kadar götürmüş (Descartes, R., 1989); bu ünlü doktrin, Maupertius, Spinoza ve Voltaire tarafından eleştirilmesine rağmen, insanın hayvana egemen olma durumunun değiştirilmesinde henüz başarılı olamamıştır (Ferry, L., 2000).
Avrupa’da Descartesçı insan-hayvan ayrımının sonuçlarını su yüzüne çıkarabilmeyi başararak ve hayvanı, içgüdünün kodlaması altında hareket eden bir canlı olarak betimlediğinde bile, ona duygulu ve düşünerek davranma ayrıcalığını tanıyan Rousseau’nun Emile (1762) romanı ile kadınlar açısından yeni bir ideolojik dönemin başlamasına aracı olduğu kabul edilmektedir. Emile’in ağzından kadının toplumda ve aile içindeki rolünü çizen, ve çocuklarının eğitimi hakkındaki düşüncelerini hiçbir düşünürün yap(a)madığı bir biçimde yansıtan Rousseau’ya göre, bütün yaratıklarda olduğu gibi insanlarda da kuvvetli olan cins erkektir.Kadın her açıdan zayıf cinsi simgeler. Ancak, kendi kişisel yararları için olmasa da erkekleri eğlendirebilmek, onlarla her konuda iletişime geçebilmek ve tartışabilmek için kadınların eğitim görmesi gerekmektedir. Rousseau’nun bu savları, çoğu kadın tarafından eğitim görebilmek adına, nedenleri göz ardı edilerek yüzyıl boyunca benimsenmiş ve savunulmuştur (Kadıoğlu, S., 2001, Millett.,K., 1987).

Kadınların eğitim zorunluluğuna önemle parmak basan; ancak bunu tıpkı Rousseau gibi gerekçelendiren Kant’ın, hayvansılık ve insanlık arasındaki farka ilişkin temel sezgilerinde de Rousseau ile buluştuğu görülmektedir (Kadıoğlu, S., 2001). Hayvanı insanın bir benzeşeni olarak gören Kant, hayvanlara bakarak bir takım görevlerin gözlenmesinin, insanlığa yönelik görevlerin yerine getirilmesine olanak sağlayacağını da iddia etmiştir (Kant, I., 1989). Bu görüşü, daha da güçlendiren Schopenhauer, öte yandan kadınlara karşı duyduğu kini, onun kişiliğini ve usunu dışlayarak açıklamaktan hiçbir zaman çekinmemiştir (Kadıoğlu, S., 2001).
Hayvanlara olmasa bile, kadınlara yönelik baskılara karşı ilk toplu tepkiler, her ne kadar 17. yüzyıl İngiltere’sinde “kendilerini yeni toplumun ilke ve öğretilerinin tümüyle dışında bırakılmış ayrı bir sosyolojik grup olarak gören” kadınlar tarafından gösterilmiş olsa da ortaya konan bir dizi talebin ve görüşün, başkaldırıya, modern bir ideoloji olarak feminizme – “kendi sözcükleri olan ve onların verdiği mesajın ardından mücadeleye koşan kitleleri olan bir düşünce akımına” dönüşmesi, ancak 19. yüzyılda gerçekleşebilmiştir. Çünkü Fransız Devriminin feminizmi tetiklediği ve belirgin olarak biçim kazandırdığı yönündeki iddialara karşın; devrime kitlesel anlamda katılmış olmalarına rağmen, kadınların devrimden bekledikleri haklara kavuşamadıkları ve devrim ilkelerinin kadını kapsamadığı çok kısa bir sürede anlaşılmıştır. Kadınların toplantı yapmaları dernek kurmaları yasaklanmış, faaliyetteki kadın kulüpleri kapatılmış, bu engellemelerden siyasal haklar da nasibini almış ve hak talep etmek bile suç unsuru sayılmıştır (Donovan, J., 2001, Kadıoğlu, S., 2001, Millett, K., 1987).
Kadınların çeşitli alanlara girmeyi başarmaları, ağırlıklı olarak 18. yüzyılın sonların ile 19. yüzyılın ilk çeyreği arasında gerçekleşmiş; erkek ve kadın arasındaki ilişkilerde yaşanan değişiklik, özellikle kadınların toplumsal konumlarında belirginlik kazanmıştır. Eşitlik savları, bireysel özgürlüğün ve öznel özerkliğin tanınmasıyla ortaya çıkmış; felsefi savlarda, cinsler arasıilişkiler yeniden formüle edilmeye çalışılmıştır. Dönem feministlerinin pek çoğunun, gerek aktivitelerinden, gerekse yazılarından, bugün çağdaş ekonomizmin bir kolunun esas ilgisini oluşturan hayvan haklarının farkında oldukları ve feminizm ile hayvan hakları arasında açıkça bağlantı kurdukları anlaşılmaktadır (Donovan, J., 2001, Kadıoğlu, S., 2001). Ancak, yüzyıl boyunca yalnız feministlerin değil; hayvan haklarının sözcülüğünü yapan teorisyenlerin yaptıkları hayvana saygı çağrısı, nadiren ona bir takım haklar tanınmasıyla sonuçlanmış ve her türlü durumda da esas olarak sahiplerinin şiddet kullanma tehdidi altında bulunan evcil hayvanlar göz önünde tutulmuştur (Ferry, L., 2000, Singer, P., 1985, Singer, P., 1989).
Feminizm ve hayvan hakları arasında kurulan bağlantı, 20. yüzyılla birlikte daha da belirgin hale gelmiştir. Hareket ahlaki reform kampanyalarının yanı sıra hayvanların deney amacıyla dirikesimine karşı yürütülen kampanyalara yönelmiş; “kadınların hayvanlara karşı duyduğu duygudaşlık, her ikisinin de erkekler tarafından kurban edilmesine” yorulmuştur (Birke, L., 2002). Yüzyılın son çeyreğinde,feminist kavramlara bakışları doğaya ve hayvanlara yönelten bir yenisi daha eklenmiştir: “Ekofeminizm” (Ferry, L., 2000).
EKOFEMİNİZM
Fransız feminist Françoise de’Eaubonne tarafından 1974 yılında kavramsallaştırılan ve temel analiz kategorisi doğa olan ekofeminizm, ekolojinin feminist felsefe ve içerisinde önemli bir yer almasına yol açmıştır (Donovan, J., 2001, Ferry, L., 2000). Doğanın talan edilmesi ile kadınların ezilmesi ve sömürülmesi arasında küçümsenmeyecek bir ilişki olduğunu öne süren ekofeminizm, bu ikili baskının temelini, zaman zaman birbirine ters düşebilen üç yönelim (ikicilik, mekanikçilik ve cinsiyetçilik) çerçevesinde açıklama eğilimi içerisindedir. Ancak, üçüncü yönelim, çift yönlü doğa/kadın sömürüsünün doğuşunu, doğrudan doğruya tür farklılıklarına bağlaması açısından dikkat çekicidir (Ferry, L., 2000). Dayanakları her ne olursa olsun, ataerkil düşünceyi ve onun beslediği kapitalizmi, militarizmi ve sömürgecilik gibi ideolojileri (egemen olmaya dayanan ilişkiler sistemini) hedef alan ekofeministler, herhangi bir şeye üstün olarak nitelenenin (erkeğin kadına, insanın hayvana) “düşük olanı kullanma hakkını” savunmasının kaçınılmaz olacağını belirterek; görünürdeki üstün cinsin üyelerinin – erkeklerin, geleneksel olarak yalnızca kadınları köleleştirmekle kalmadıklarını; aynı zamanda doğayı da kötüye kullandıklarını ileri sürmektedirler. Onlara göre insanın, hayvanların ve doğanın, bu anlayışın kara sonuçlarından kurtularak özgürleşebilmeleri, erkeklerin eril dünya görüşleriyle birlikte ayrıcalıklı yerlerini terk etmelerine bağlıdır (Donovan, J., 2001, Ferry,L., 2000).
Son birkaç yüzyılda gerek kadınların kendi toplumları içerisindeki konumlarında; gerekse hayvan hakları konusunda önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Ancak feministlerin ve ekofeministlerin patriarşik sistem karşısındaki mücadelelerinin tam bir eşitlik sağlanıncaya kadar süreceği; hayvan hakkı, hayvan hukuku gibi konuların ise buna paralel olarak kamuoyunu bir süre daha meşgul etmeye devam edeceği ortadadır.
Görüldüğü gibi, evcilleştirmeyle birlikte hayvanların ve üretim ilişkileri içerisinde erkeğin gücünün öne çıkmasıyla birlikte kadınların ikinci/tâbi konuma itilmesi ile başlayan hayvan-kadın sömürüsü, Platon’dan itibaren Batı düşüncesine egemen olan ve Hıristiyan geleneği, Descartesçılık, Aydınlanma felsefesi, İnsan Hakları Bildirgesi’nin getirdiği liberalizm ve Fransız Devrimi gibi ataerkil sistemi besleyen süreçlerden geçerek günümüze değin ulaşmıştır.
Kendi tarihlerini araştırmaya ve incelemeye başlayan kadınların, hiçbir koşul tanımadan eşitlik ve özgürlük arayışlarına ve hayvan haklarının sözcülüğünü yapan teorisyenlerin cılız seslerine tanıklık eden son iki yüzyılın sonunda bireysel başkaldırılar, cinsiyetçiliğe ve türcülüğe karşı ortak mücadele biçimine dönüşerek güçlenmiş; ekofeminizm ile birlikte farklı bir boyut kazanmıştır. Ancak, türcülük ya da cinsiyetçilik çatışmasına ilişkin olarak ortay çıkan sorunların nasıl çözüleceği konusu henüz açıklığa kavuşturulamamıştır. Bununla birlikte, kendi türünü ya da kendi cinsini kayıracak önyargılardan kurtulmak koşulu ile hayvan-insan ve kadın-erkek arasındaki farklılıklarının ahlaki açıdan herhangi bir fark yaratıp yaratmadığı sorusuna verilecek sağlıklı biryanıt, bu problemin çözümü için iyi bir açılım sunacaktır.
(*) Prof. Dr. Tamay Başağaç Gül, Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi öğretim üyesi; Prof. Dr. Türel Özkul, Uludağ Üniversitesi Veteriner Fakültesi öğretim üyesi.
Dünyada akademi dünyasında “hayvan çalışmaları”na yönelik gittikçe artan bir ilgi var. Bu ilginin Türkiye’de de yavaş da olsa geliştiğini görüyoruz. İnsan-hayvan ilişkilerine dair varolan paradigma her yönüyle sorgulanıyor. Üniversitelerin bilgi üretim mekanları olarak bu alana yönelmesi sevindirici. Ama ne yazık ki, üniversitede üretilen bilgilerin toplumsallaşması pek de istenilen düzeyde olmuyor. Nitekim, bu yazı da iki akademisyenin uluslararası bir kongrede, 2003 yılında sundukları bir bildiri. Hayvan Hakları düşüncesinde ve kadın hareketinde daha yeni yeni erkek egemenliğinin kadınlar ve hayvanlar üzerindeki tahakkümündeki ortaklık tartışılıyor.
Bu bakımdan Başağaç Gül ve Özkul’un bu bildirilerinin bir kıymeti var. Carol J. Adams’ın bu tahakkümü ele aldığı kitabının Türkçeye yakın bir tarihte çevrildiğini de hatırlatayım. (Etin Cinsel Politikası, çev. Güray Tezcan-Mehmet Emin Boyacıoğlu, Ayrıntı Yayınları, 2013)
Abdullah Onay
KAYNAKÇA
Anonim (2002) Hayvanlar: “Yanlış Kardeşlerimiz”, Hayvan: İmge, Simge, Gerçeklik, Cogito, sayı 32, s. 5-8.
Aquinas, S.T. (1989) Differences Between Rational and Other Creatures. İçinde: Animal Rights and Human Obligations, eds. Tom Regan-Peter Singer, Prentice-Hall Icn., USA, s. 6-9.
Aristotle (1989) “Animals and Slavery”. İçinde: AnimalRights and Human Obligations, eds. Tom Regan-Peter Singer, s. 4-5.
Başağaç, T. (1998), “Dinlerde İnsan-Hayvan İlişkisinin Etik Açıdan Değerlendirilmesi”, III. Tıbbi Etik Sempozyumu Bildirileri,Biyoetik Derneği Yayınları, no 3, YÖK Matbaası, Ankara, s. 161-165.
Başağaç, T. (2002) “Düşünce Tarihinde ‘Hayvan’a Yaklaşım”, Konukevi Çevresi 13. Yıl Seminerleri, 90. Seminer, 30 Mayıs 2002, Ankara.
Berktay, F. (2000) Tektanrılı Dinler Karşısında Kadın, Metis Yay., İstanbul.
Birke, L. (2002) “Feminist Yaklaşım”, Hayvan: İmge, Simge, Gerçeklik, Cogito, sayı 32, s. 182.
Challaye, F. (1994), Dinler Tarihi, çev. Semih Tiryakioğlu, Varlık Yay., İstanbul.
Childe, G. (1998) Tarihte Neler Oldu, çev. MeteTunçay-Alâeddin Şenel, Alan Yay., İstanbul.
Clarke, P.A.B.,-Linzey, A. (2002), “Siyaset Kuramı ve Hayvan Hakları”, çev. Kemal Atakay, Cogito, sayı 32, s. 78-89.
Descartes, R. (1989), “Animals are Machines”, içinde: Animal Rights and Human Obligations, eds. Tom Regan-Peter Singer, s. 13-19.
Donovan, J. (2001), Feminist Teori, çev. AksuBora-M.A. Gevrek-F. Sayılan, İletişim Yay. İstanbul.
Ferry, L.(2000), Ekolojik Yeni Düzen – Ağaç, Hayvan ve İnsan, çev. Turhan Ilgaz, YKY, İstanbul.
French, M. (1985) Beyond Power: On Women, Men andMorals, Ballantine Books, New York.
Kadıoğlu, S. (2001), Bitmeyen Savaşım, Sel Yay., İstanbul.
Kant, I. (1989), “Duties in Regard to Animals, içinde: Animal Rights and Human Obligations, s. 23-24.
Millett., K. (1987), Cinsel Politika, çev. Seçkin Selvi, Payel Yay., İstanbul.
Pehlivan, R.(2003), Kaynaklarıyla Büyük Kadın İlmihali, İstanbul Dağıtım, İstanbul.
Scott, G.R. (2001), İşkencenin Tarihi, çev. H. Koyukan, Dost Kitabevi Yay., Ankara.
Singer, P. (1985) “Prologue: Ethics and the New Animal Liberation Movement”, içinde In Defens of Animals, ed. Peter Singer, Harper&Row Publisher, New York, s. 1-10.
Singer, P.(1989), “All Animals are Equal”, içinde Animal Rights and Human Obligations…
Şenel, A. (1994) Dinsel Düşünüşün Serüveni, Bilim ve Ütopya, sayı 4, s. 4-7.
Şenel, A.(1995) İlkel Topluluktan Uygar Topluma, Bilim ve Sanat Yay., Ankara.
Şenel, A.(1996a) “Dinsel Düşünüşün Bilgibilimi”, Bilim ve Ütopya, sayı 19, s. 20-24.
Şenel, A.(1996b), Siyasal Düşünceler Tarihi, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara.
Wise, S.M.(2002), “Hayvanların Tüzel Şeyliği”, çev. Tuncay Birkan, Cogito, sayı 32, s. 90-108.
Kaynak: hayvanlarinaynasinda.wordpress.com/2018/12/10/patriarsinin-koleleri-kadinlar-ve-hayvanlar/