Didem BESLEN
Dünya çılgın bir seyir aldığına göre biz de dünyaya ilişkin çılgın bir bakış açısı edinmeliyiz… Uçlardansa aşırılıklarda telef olmak yeğdir. J.Baudriallard
Hakikatin simülasyonu olarak bir profil yaratma meselesi!
Narcissus sudaki yansısını görme üzerinden kuran bir ayna imgesi sunar. Ancak ayna bu kez görüntüyü iletmekten uzaktır. Yani aynadan görülenin gerçekliği, aynanın önündeki modern kimseyle buluşamaz. Bir aynılık hatta bir ikiz sunamaz. Baudrillard; Gölgesini Yitiren Adam, Peter Schlemihl’e yaptığı göndermenin hiç de rastlantısal olmadığını söyleyerek aynadan yansımayan ya da bir gölgeye sahip olmayan bir vücudun saydam bir şeye, bir hiçe yani bir kalıntıya dönüştüğünü söylemek ister. (Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, 2016 s.190)
Simülasyon çağı diyebileceğimiz bu çağda aynaya bakmak değil kadrajın içinde olmak ve o en zarif görüntüyü bulmak hayati. Ve kayıt tutmak, yaşadığımızın önemli bir tanığı artık. İlle de fotoğraf çekmek, göstermek, beğenmek, beğenilmek ve dahası… Stüdyoda sırasını bekleyen kimseler olarak holografik kişiliklere dönüşmek. Defalarca tekrarlanan çekimler, düzeltilen makyajlar, taze bir görüntü alabilmek için yarışan set görevlisi olarak; sentetik gerçeğe heveslenmek. “…zihinsel bir simülakr düzeni ve çevremizi saran özel efektlerden oluşan bir masal dünyasında yaşamaya mahkûm bizim gibi insanlar için hologram bundan böyle yazgısal bir şeye dönüşen “bilinçsizce bir rahatlığın” parçası haline gelmekle (…) havası alınmış kolektif bir mutluluk hayaletiyle uyumlu bir birliktelik sergilemektedir.” (Baudrillard, s.148)
Işık, renk ayarları, kamera açısı, perspektif, yerleştirilen nesneler, ses ya da görsel efektler, değişik açılar, bir dizi mekân görüntüsü, araya mutlaka mizahın serpiştirildiği, sözde kendini küçültmeler “baksanıza nasıl da sevinmişim”, baksanıza nasıl da üşüdüm diyen o ses; ‘kurgusal otobiyografi’ anları. Aşinayız elbette. Bu bir simülasyon evreni. Kendi Disneyland’ımız. Elbette gerçekliğinden söz edemeyiz. Bunu ‘seyirciler’ (takipçiler) de bilir ama doğala en yakın, doğal olmayan bu görüntü her şeye rağmen caziptir. (Bildiğimiz tek dünya budur.) Hiçbir zaman tam bir hakikati istemediğimizi biliriz. Ve de sanalın görüntülerine itibar etmeyeceğimizi. Bu haliyle arzu nesneleri; çaresiz samimiyet adına samimiyet gösterisi, iyilik adına iyi insan gösterisi kalmaya mahkûmdur.
Bu çağda Kendini Tanı! Buyruğu özneye ulaşamaz. Çünkü üst üste yığılan, -okumuş, güçlü, sağlıklı, sportif, pozitif, anı yakalayan arkadaşlığa açık, iyi beslenen, estetik düşkünü- nihai ölümsüz insan imajı ya da ideali altında kalan benlik, hakikati simülasyondan ayıracak farkı anlamaktan uzaktadır.
Profil Oluşturma meselesi; ufalanır, yerilir çoğu zaman, ama hiç kendi olamamış kimselerin sanalın bilgisinde benzerini hatta ikizini bir nevi kendi virtüelini büyütmesiyle, öylesine masumdur ki! Belki stokladığımız kimliğimizin kendini yaşatma metodu olmakla. Masumiyet ya da çocukluk halleri suçlu bulunmalı mı dersiniz? “Profiller gerçeklikle ne kadar uyuşur?” sorusu; “Birey, kendini nasıl bir gerçeklikte bulur?” a dönüşmüştür çoktan beri. Sevme ve sevilme ilişkileri gündelikte, bir türlü doyum bulamazken simülatif ilişkiler imdada yetişir. Büyük metropollerdeki insanın o birbirine dokunamamışlığı, dijital kültürde like’lar, gifler, emojiler, çıkartmalar olarak telafi bulacaktır. Baudrillard insanın içine düştüğü yapay düzeni bir talihsizlik hatta bir kölelik olarak niteler. (Gombrowicz’den yaptığı uzunca bir alıntıyı konunun anlaşılırlığı adına olduğu gibi ekliyorum.)
“…Önerdiğim insan dışarıdan yaratılmıştır, hiçbir zaman kendi olmayıp insanlar arasında doğan bir biçim tarafından tanımlanmış olduğundan kendi özünde bile sahtedir. Ebedi ve ezeli oyuncudur kuşkusuz, ama doğal oyuncudur; çünkü yapaylığı doğuştandır, hatta bu onun insanlık durumunun özelliklerinden biridir… İnsan olmak oyuncu olmak demektir, insan olmak insan taklidi yapmaktır, özünde insan olmadığı halde bir insan gibi davranmaktır, insanlığı ezbere tekrarlamaktır. (…) İnsana maskesini çıkarmasını öğütlemiyorum (bu maskenin ardında yüz yok) ondan istenebilecek şey, durumundaki yapaylığın bilincine varması ve bunu itiraf etmesidir. Yapaylığa mahkûmsam… Eğer kendim olmama hiç izin verilmediyse…”
Eğer hakikat bizim için tam bir hayal ise kendimizle hakikat arasındaki mesafe kapatılamayacaksa o zaman öznenin ‘yeni bir kimse olma niyeti’ ne ses çıkarmamız kolay olmaz. Uzak, soğuk, sahte ve yalan diye suçlanan profil meselesi bu şartlarda sadece bir günah keçisi olabilir olsa olsa. Sartre’dan beri imlenen modern insanın kimlik bunalımı; kendini tekrardan var etmenin yeni toplumsallık biçimi olarak, sahteliğe meyledebilir. Üstelik hikâyelere buladıkları yeni ‘ben’leriyle mutluluğunu göstermeyi tözsel bir erek kabul eden beğeni sahipleri, tıpkı kendilerinde olduğu gibi, başkalarının yazdıklarında da bir miktar doğrulukla yetinmeye razıdırlar. Zira “anlam, hakikat ve gerçek ancak kısmi olabilir ve kısıtlı bir alanda ortaya çıkabilir.” (Baudrıllard, s.150) Alışveriş mabetlerini huşu içinde gezen kitle, etiketlerdeki indirimin sahteliğini bilir fakat yine de takip etmeyi bırakamaz. Ya gerçekse! “…bu inanç sisteminin arkaik toplumlarda inanılan mitler kadar karmaşık bir biçime sahip olduğu söylenebilir. Çünkü insanlar mitlere hem inanırlar hem inanmazlar. Bu konuda kendi kendilerini sorgulamazlar. ‘Yalan söylediğini biliyorum ama o kadar da değildir’. diye düşünürler.” (Baudrıllard, s.117)
Kendinizi ziyaret edin lütfen! İnsanlar felaket yerlerinde gezmeyi severler. Kültürel boyutta o istiflediğimiz kimlikler öylesine geniş aralıktadır ki. Bir günün başlatıcısı sıradan bir kahve; bu haliyle olağandışı bir temsiliyet üstlenebilir. İçmeden fotoğraf pozisyonu alınır ve hiç senaryo yokmuş gibi acelece çekim başlatılır. Nihayet birileri ifade bırakınca da kahve, değerli bir arzu nesnesi olarak içilmeyi hak eder. İşte simülasyon dünyasında imge gerçekliğin yerini almıştır bile.
Kendimizi markaya indirgemek, profilimizi marka olarak görmek yanlış bir şey olarak söylense de kişiyi öylesine özgürlük (profil seçme özgürlüğü ) duygusuna kanalize eder ki, marka ve özgürlük neredeyse eş düzeye gelir. Özne ya da eski kültürel kimliğini askıda unutan yeni insan; hiper gerçekliğin (yeniden üretime açılan gerçek tipi) bir parodisini her an sahneye koyar artık. Zira profili görünüye açtığı, like sayılarını gerçek bir başarı gibi ölçtüğü kitle yaşamında, “…her şeyi alıp götürmek, yağmalamak, yemek, yutmak ve güdümlemek” (Baurillard, s.117) göstergelerin ve imgelerin devamlılığını sağlar.
Psikanaliz; hikayeler anlatan bireyin, en iyi ihtimalle, kendi gerçekliğinin etrafında dolandığını anlayalı çok oldu. Örneğin Lacan; öznenin kendi hikayesini anlatışından şüphelenin der. Neleri koruduğu neleri sakladığı meselesi… (Sözcüklerimiz ve kendimizi tanımlama gayretimiz ve gizli saklı diğer şeyler…)
Kuşkusuz kitle ve özgürlüğü konusunda pek çok doğru mevcuttur. Olumlu tepki alabilmek adına, toplumsal tarafından eğilip bükülen bir kimse sayılmak varoluşsal öneme eşken; kişinin yeniden aynaya bakması ve kendini hatırlaması (birey- bir olması) yani yeniden tek kişiye inmesi nasıl sağlanabilir? Üstelik birey olmanın her yolu tıkalıyken. Özne kendini fraktal (parçalı) algılarken kendiyle ilgili bütünlükçü bilince nasıl sahip olabilir dersiniz?
…Yaşam, “özgürlük” adına bütün yapısını yitirmiş; her biri bir diğerinden ayrı, bir bütün olarak anlamdan yoksun birçok küçük parçadan oluşmuştur artık. Birey tıpkı yap-boz bilmecesinin başına tek başına oturtulmuş çocuk gibi bu parçalarla yalnız bırakılmıştır(…) elinde tuttuğu parçaların oluşturduğu “bütün”ün anlamını görememektedir. Şaşırmış ve ürkmüştür, o küçük anlamsız parçalara bakakalmaktan başka yapabileceği bir şey yoktur. ( Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış, s.198-199)
Andrei Tarkovsky, Nostalghia’de (1983 yapımı) parçalanmış insanın hislerini bir deliye söyletir: “İçimde kim konuşuyor, hem aklımda hem bedenimde, kendimi aynı anda sayısız şey olarak hissedebiliyorum. Ama tek kişi olamıyorum(…) Gerçekliğin içinde veya hayalimde değilken ben neredeyim?” Ve o sahne işte, kalabalığın ortasında bir adamın haykırışı ya da susuşu, herkesin orada olduğu ama gerçekte kimsenin olmadığı bize ne söyler? Sadece insan olmayanın, bir köpeğin bir şey yapma telaşı. Ve yeniden derin bir uyku hali… Hakikati bir deliden duyduğumuz dünya nasıl bir dünyadır?
“Artık diyalektik ve eleştirel düşünce gösterilerini kimse izlememektedir. Artık gösteri yapabilecek bir sahne bile yoktur. Bundan böyle anlamı tedavi etmek ya da anlamdan destek alarak tedavi etmek diye bir şey yoktur, zira bundan böyle tedavi genel duyarsızlaştırma sürecinin bir parçası haline gelmiştir. (Baurillard, s.207)
Başka bir yandan bakarken bütün bu günlük performans; başkalık figürleri, kendi olma, ya da kendini bozma pratikleri, kendimizi izlemenin ve izlettirmenin kışkırtıcılığı, büyülenme, güdümleme, zahirilik ve bütün olabilme adına saçtığımız tüm o parçalarımızla biz. Devamında, Tarkovsky’de hakikat temsili olarak görülen ‘kendini yakan adam’ sahnesi ve biz. Uygarlığın elimizde tutuşturduğu ayna ve biz, anlam adına yeni bir olanak da sunabilir: Artık ikisi de bir kimse. Kendini görünüye açan ya da kendini gözden kaçıran! Eğer ardıl süreç, kurgunun bizi büyülemesi ya da yatıştırması değil de; bize tersinden bir görme deneyimi hazırlaması ise hiç de faydasız değildir. Örneğin Wittgenstein “Söylemek istediğimizin ne olduğunu konuşurken keşfederiz.” demişti. Kim bilir bir gün, belki biz de henüz kahve içmeden ‘foto’ çekme uzanışında olan o parçamızı tutmakla apansız bir şeyleri başlatabiliriz. (İlle de gülümseyerek ama!)
KAYNAK
Erich FROMM, Özgürlükten Kaçış, Payel Yay, 6. Basım, 2011
Jean BAUDRILLARD, Kötülüğün Şeffaflığı, Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme, Ayrıntı Yay, 5. Basım, 2012
Jean BAUDRILLARD, Simülakrlar ve Simülasyon, DoğuBatı yay, 10. Basım, 2016