Soma katliamının ilk günleriydi, yaşadığım topraklardaki acıların daha ne kadar çoğalabileceğini henüz öngöremiyordum, bir çoğumuz gibi içim acıyordu. Bir yandan da öngörmeyle değişimin ilişkisi hakkında düşüncülerimi derinleştirmeye ve ekolojiyle ilgili okumalarımı sistematikleştirmeye çalışıyordum. Bilmek veya fark etmek; değiştirebilme gücü veriyor muydu veya vermeli miydi? Neyi biliyorduk? Ekolojiyi sosyal bilimsel açıdan nasıl okuyabilirdik ve ekolojik bir yaşam düşü nasıl bir şeydi? Tam da kafamda bu sorularla İstanbul’un sokaklarında gezinirken mailime Longo Maï hakkında Abdullah Aysu’nun yazdığı yazı düştü. Bu yazıda, Fransa’da 40 yıl önce kurulmuş ve hala yaşayan tarımla uğraşan bir komünden söz ediyordu. İlgimi çekti. Hani bazen bir şey ararsınız; ama onu nereden nasıl bulacağınızı bilmezsiniz ve bir ilham verecek bir şeye ihtiyaç duyarsınız. Bu şeyi bulduğunuzda onun aracılığıyla düşüncelerinizin biraz da olsa netleşeceğini bilincindesinizdir. İşte bu yazı ve Longo Maï, benim için öyle oldu. Bu yazıyı okuduğumda, tarım yapan topluluklar hakkında çalışmanın iyi bir fikir olabileceğini hissettim. Hiyerarşinin en aza indirgemeye iddiasına sahip yeni bir toplulukla yeni bir tarım pratiği iddialarının yan yana gelmesi üzerine düşünmeye başladım. İşte bu düşünsel yolculuğun sonucunda Longo Maï’ye geldim ve bir ay aşkın süredir buradayım. Başlangıçtan itibaren bu düşünsel ve fiziksel yolculuğun beni değiştireceğinin bilincinde oldum. Ve bu kısa yazı, sizinle ilk gözlemlerimi paylaşmak için yazılmadı, daha çok kendimdeki değişimi anlatma ihtiyacından doğdu.
Longo Maï, Marsilya’nın kuzeyinde, ona bir-buçuk saatlik bir mesafede ormanlık bir tepeye kurulmuş. Güneş, bu tepenin ardından doğuyor ve ışınları, ağaçları aştıktan sonra size ulaşıyor. Fransa’da ormanları satın alabiliyorsunuz ve aldığınızda ona istediğiniz gibi de davranabiliyorsunuz. Longo Maï’de satın aldığı tepedeki ormana istediği gibi davranma hakkına teknik olarak sahip; bunu belirleyen onun doğayla kurduğu ilişki, olanakları ve bilgi birikimi. Bu tepenin orta yamacında diyebileceğimiz bir yerde büro denen küçük bir yapı var, burada Longo Maï’nin arşivi var. Benim gibi araştırmacılar için bir hazine. Bu arşivdeki metinler arasında gezinirken Longo Maï’nin vakti zamanında ormanda ağaçlandırma yaptığını öğrendim. İnsan, yeni şeylere geçmiş deneyimleriyle bakıyor. Benim de aklıma HDK Ekoloji Meclisi’nde orman yangınlarıyla ilgili tartışmalarımız aklıma geldi: Mezopotamya’daki orman yangınları sonrasında ağaçlandırma yapmalı mıydık, yoksa yapmamalı mıydık? Longo Maï’nin kurucuları, neden ormanı ağaçlandırma ihtiyacı duymuştu ve bunun sonuçları ne olmuştu, merak ediyordum. Bunun cevabını verebilecek kişiyle, yemekhanenin olduğu salonda duran bir kitap aracılığıyla tanıştım.
Longo Maï’de “çalışmak” ve büyümeyen meşeler
Geldiğimin ikinci haftasıydı, bir öğleden sonra tepemizde güneş, Heinzi ile Longo Maï’nin kurulduğu tepedeki ormanı gezmek için sözleştik. Burada hepimiz aynı yerde yaşıyoruz, ama cep telefonları olmadığı için randevulaşıyoruz. Bu yüzden cep telefonumun şarjı günlerce gidebiliyor. Birisinin cep telefonu çaldı mı da herkes bakıyor. Hatırlayacaksınızdır; 2000’lerin başında, ilk cep telefonları çıktığında vapurda birisi eskaza sesini açık unuttup telefon yüksek sesle çalmaya başladığında insanlar birbirlerine “bu da ne şimdi gibi” bakarlardı, işte buradaki de o biçim; “aaa telefonu çaldı” diyebiliyorlar. Ben de bu duruma bir kaç gün sonra gayet çabuk adapte oldum. Twitter’a bakmamak, sürekli maillere cevaplandırma telaşında olmamak insanı baya bir özgürleştiriyormuş ve William Morris’in Hiç Bir Yerden Haberler’den isimli ütopyasında olduğu gibi teknolojik olarak geri dönüş aslında bazı şeylerde mümkünmüş. Heinzi ile randevumuz yemek kahve faslından sonra olarak belirledik. Burada randevular bazen kesin saatlerde veriliyor, bazen muğlak saatlerde. Yemeğimi yedikten kahvemi içtikten sonra gibi bir şey söylenebiliyor. Biz de Heinzi ile ikinci biçim şeklinde sözleştik. Ama benim gibi şehirden gelen birisi için bu duruma adepte olmak da gayet güç olduğunu söyleyebilirim. Başlangıçta ya ben o sırada yemeğimi yememiş olursam ve o gitme ihtiyacı duyarsa telaşına kapılıyordum. Aksi gibi geldiğimin birinci haftasında kol saatimin pilinin biteceği tuttu. Nereden pil alabilirim diye sorduğumda ise bir arkadaş, Erik, “iyi olmuş” dedi ve pil arayışım böylece sonlandı. O günden beri saatsizim.
Heinzi ile birbirimizi bulduk; daha doğrusu ben sürekli onu takip ettim, kaçırmayayım diye. Buluştuğumuzda beni az ötedeki bir masanın altına götürdü. Burada, özellikle doğayla ilgili çalışan insanlarda sessiz bir şekilde gözlem yapma alışkanlığı var, basit teknik soruların dışında sizi gözlemliyorlar; ilginizi, nedeniyle birlikte anlamaya çalışıyorlar. Heinzi de uzun zaman beni gözlemledi. İlk başlarda, ormanı gezdirme konusunda isteksizdi ve teklifime olumlu cevap vermedi, bunun için çok ısrar etmem gerekti. Buluştuğumuzda ise beni yemekhanenin arkasında açık alanda bir yere götürdü ve oraya oturduk. Oturduğumuz yere ağacın gölgesi düşüyordu. Bana bu ağacı tanıyıp tanımadığımı sordu. Fransızcasını bildiğim bir ağacı sormasına ne kadar sevindiğimi anlatamam; “ıhlamur olabilir” dedim. Gülümsedi. Sınavı geçtim. Artık ormanı gezebiliriz. Akabinde güneydeki yerleşim yerine doğru uzanan toprak yolda yavaş yavaş yürümeye başladık. Sağımız solumuz orman. Heinzi, ara sıra duruyor, bir ağacın yaprağını okşayarak ismini söylüyor. Sanki o ağaca ismini söylemiyor da ağaç, ona ismini fısıldıyor. Ben de not etmeye çalışıyorum. Nafile, sonra not etmeyi bırakıyorum.
Heinzi ile tepeyi tırmanya devam ederken yolun soluna doğru hamle yaptı, yoldan çıkarak ağaçlık alanın içine girdi ve dizim boyundaki küçük bir meşe ağacının yaprağına dokundu; “burada meşeler tohumdan çıkıyor, ama büyümüyorlar” dedi. Sesindeki bilinmezliği hissettim. Çok şaşırdım, “bir ağaç neden büyüyemez ki?” Nedenini bilmiyordu ve ekledi “hiç bir araştırmacı bunun nedenini bulamadı.” “İnsanlığın 7 bin yıllık “birikiminin” sonucu olduğunu” söyledi. Atalarımız 7 bin yıl boyunca ve özellikle de endüstriyalizm döneminde ormanları çok hor kullanmıştı. Longo Maï’yi burayı aldığında ve yerleştiğinde ise insanlığın “birikimine” çözüm bulmak zorundaydı. Ağaçlandırma da bunun için yapılmıştı, ama öngörülen sonucu vermemişti. Anladığım kadarıyla Longo Maï’nin kurulduğu ilk günden beri -yani 40 yıldır ormanı koruma ve onarma çabası, bu yöndeki birikimi meşe ağaçlarının büyüme sorununa çözüm geliştirmeye yetmemiş. Heinzi’nin suratında gördüğüm ve sesinde hissettiğim acı, o gün bana da bulaştı. Ve içimdeki mücadele alanı, sınırlarını zorlamaya başladı. Ve içimde bilinmez bir şekilde bu orman için bir şey yapma ihtiyacını hissettim.
Buraya gelişimin birinci ayını doldurmak üzereydim, yani nisanın son günleriydi, çilek fidelerini ekme işine katıldım. Çilek fidelerini ekerken tepemizde bu yıl, buraya az uğrayan yağmur bulutları geziniyordu, bu yüzden hava hafif serindi. Buradakiler de yağan yağmura bizim gibi seviniyor, çünkü kuraklık, kaygı verici; ama bir yandan çileklerin ekiminin ertelenmesi kaygısı var. Çilekleri ektiğimiz tarlanın üst kısmında küçük bir framboaz tarlası var. Bu iki tarlanın etrafında ise ağaçlık bir alan. Bulutların ve ağaçların sayesinde, güneş bizi yakmaksızın çalışabiliyoruz. Ekibimiz ise alabildiğine enternasyonal ve genç. Yaklaşık 5 farklı ülkeden insan sayabilirim, buna Sudan’lı mülteciler de dahil. Longo Mai kurulduğu ilk dönemden itibaren mültecilerle ilgili çalışmalar yürütüyor. Bunun için kurdukları bir kurum da var. Longo Maï’nin Limans’taki kooperatifinde Rojava’dan, Irak Kürdistan’ından ve Afrika’dan farklı mültecilerle tanışma imkanını buldum. Longo Maï, onlara kapılarını açıyor.
Geldiğimin ilk günleriydi henüz Fransızcam açılmamış. Sudanlı arkadaşlarımızdan birinin ismi Hüseyin. Onun ile az buçuk Fransızca ve İngilizcenin yanı sıra Türkçedeki arapça kelimelerle sohbet etmeye çalışıyoruz. Birden aslında Afrika’daki meselelere ne kadar uzak kaldığımı fark ettim. Onu dinlerken yaşadığım topraklardaki sorunların yakıcılığı ve acı yüklülüğü yüzünden, başka diyarlardaki sorunlardan ne kadar habersiz olduğumu hissettim. Burada, Longo Maï’de, takip ettiğim acılar ve çelişkiler arasında yaptığım hiyerarşiyle hesaplaşıyorum. Bu yüzden kaldığım yerdeki mutfak masasının üzerinde açık bırakılmış bir gazetede Sudanla ilgili bir yazı görünce hiç düşünmeden bir solukta okudum ve doymadım. Hüseyin ilk geldiği günlerde harita üzerinde Sudan’daki sahrayı arabalarla nasıl aç susuz geçtiğini, İtalya’ya gitmek için ilk bindiği geminin nasıl battığını, bir sürü insanın öldüğünü, İtalya’dan Fransa’ya nasıl yürüyerek geldiğini anlattı. Haritada, parmakla saniyelerle gösterilebilen bir yer aslında binlerce Sudanlı göçmenin yol güzergahı. Bazıları bu yolculuğu tamamlayabiliyor, bazıları ise tamamlayamıyor. Hüseyin tamamlayabilenlerden sadece biri. Burada İtalya’dan gelen bazı gençler, göçmenleri desteklemek onlara hangi yolları kullanabileceklerini göstermek için çalışmalara katılıyor. Bir İtalyan arkadaş, sırf bu yüzden kimliksiz bir şekilde İtalya’dan Fransa’ya dağlardan yürüyerek geçtiğini ve trene bindiğini anlattı. Longo Maï’yi ziyarete gelen İtalyan gençler, İtalya’nın göçmenlere yemek vermeyi yasakladığını da aktardı. Bu gençleri dinlerken birden, Ermeni soykırımı sırasında sürgün edilen Ermenilere bir bardak su bile vermenin yasaklandığını hatırladım ve bazı insanların nasıl yemek ve su vermek için taktikler geliştirdiğini. Sürgündekilere yemek dağıtmak ve su vermek, her daim bir mücadele gerektiren bir alan olma özelliğini koruyor.
Diğer Sudanlı arkadaşımız ise bir komünist, babası politik nedenlerden dolayı katledilmiş. İlk geldiği gün bize Sudan’da gizli gizli nasıl gazete dağıttığını anlattı, gülümsedim; sanırım biz devrimcilerin kaderi çok farklı değil, gerçekten ulusumuz yok. Onu dinlerken yüzünde mücadeleyi ülkesinde bırakmanın acısını seyrettim: “Ülkemi terk ettim.” Mücadele etmeye alışık birisi için mülteci olmanın ne kadar zor olduğunu içimde duyuyorum. Aynı çelişkileri yaşamak, zindan ve Avrupa arasında seçim yapmak zorunda kalmak… Ve ülkesindeki acıları terk etmek. Mülteci değilim, ama her an mülteci olmaya itilebilecek bir ülkede yaşıyorum. Bu yüzden Longo Maï’de bana Türkiye’den bir haber var mı diye her sorduklarında, yeni bir bomba mı patlamış veya darbe mi olmuş gibi korkularla “ne olmuş” diye cevap veriyorum. Aslında mücadelenin vatanı yok, nerede olduğun her zaman önemli değil. Bunu buraya gelmeden önce teorik olarak bildiğimi farkettim. Ama burada katledilmiş bir ormanın sorumluluğunu ve onun için bir şey yapma ihtiyacı hissetiğimde bunu daha iyi farkettim. Anlamak, hissetmek ve rahatsız olduğun şeyleri değiştirmek için mücadele etmek içine işledi mi mekan ile sınırlanmıyor. Yine de büyüdüğün toprakların acıları, çelişkileri her zaman daha tanıdıkmış gibi geliyor. Acılarıyla, çelişkileriyle hasbihal olmuş olmanın verdiği bir alışkanlık belki de. Sudanlı arkadaşıma burada Sudanlıları örgütleyebileceğini, burada mücadeleyi güçlendirmek için çalışabileceğini söylüyorum. Ve bunu yapabilecek nadir kişilerden biri olduğunu da ekliyorum. Güç verme ihtiyacı.
Bir keresinde yemekhanenin olduğu salonda oturuyordum. Daha önce Türkiye’de defalarca bulunmuş olan Nick yanıma yaklaştı. Her zamanki aceleciliği üstünde. Tarladaki yabani otları ayıklamak için benden yardım isteyen cümlesini şöyle bitirdi: “Hem konuşmuş oluruz”. Çalışmak ve konuşmak. Burada sadece aralarda, yemeklerde sohbet etmiyoruz. Ortak iş yapmak, yani bizim kavramlarımızla “çalışmak”, tanışmanın ve beraber zaman geçirmenin vesilelerinden biri. Ve benim alışkanlıklarımı oldukça zorluyor. Kendisiyle burada tanıştığım İspanya’nin Andalucia bölgesinden gelen Helios, çilek fidanlarını kendisinden hiç hoşlanmadığım plastik örtüde açılmış deliklere yerleştirme işi ile boğuşurken birden bire bana endüstri hakkında ne düşündüğümü sordu. Çilek fidanları ile cebelleşirken böyle bir soru nereden çıkmıştı şimdi! Genellikle soruyu cevaplarken sorunun arka planına yoğunlaşmaya çalışırım. Politik, akademik alışkanlıklar ne yapsan kurtulamıyorsun. Ama takdir edersiniz ki çilek ekerken bu tarz politik soruların gelmesi, benim için çok alışıldık bir durum değil. Ne bir amfideyiz, ne bir masada… Evet, bahçemde çilekler var; bir çok kentlinin aksine az çok toprakla uğraşabiliyorum; ama bahçe, benim için dış dünyadan kaçmanın bir aracı, sığınak. Genellikle entellektüel emeğin verdiği yorgunluğu toprakla, bitkilerle dağıtmanın bir aracı. Bu nedenlerden dolayı Helios bana fikrimi sorduğunda alışkanlıklarım zorlandı ve değil arkaplanına sorunun kendisine bile yoğunlaşmayı beceremedim. Bu becereksizliğimin nedenini de yazarken fark ettim. Garip olan benim, sorunun sorulduğu mekan ve sorulma şekli değil. Bir çok Longo Maï’li size çalışırken okuduğu bir kitaptan, duyduğu bir haberden uzun uzun söz edebilir veya ülkenizdeki politik durumla ilgili düşüncelerinizi sorabilir. Sizin de ona soru sormanızı yadırgamaksızın. Ama ben henüz alışkanlıklarımı bu yönüyle dönüştürememişim olacam ki bana sorulunca bir an kafam her zamanki gibi çalışamadı. Ve bu yüzden soruya sadece William Morris’in ütopyasını okuyup okumadığı şeklinde dolaylı bir şekilde cevap verebildim. Ben Türkçe aksanıyla, o da İspanyol aksanıyla William Morris’i tanıdığı için sanırım emin olmak istedi: “Hani 19. Yüzyılda yazan değil mi” diye sordu. “Evet” dedim. Yüzyılıyla söylemesi beni çok mutlu etti. Ardından bilinçsizce Callenbach’ın Ecotopia’sını sordum. Bu arada bana sorulan soruyu unutup beslendiği kaynakların ortaklığını görmenin heyecanına kapıldım. Böylece yükü üstümden atmış oldum. Bana Ecotopia isimli bir web sitesiyle ilgilendiğini söyledi. Harvey’in Asi Kentlerini okuduğunu anlattı. Harvey’in kentle ilgilendiğini, kırsal alana yoğunlaşmadığı üzerine konuşmaya başladık. Lefebvre’i okuyup okumadığını sorusuna da olumlu cevap aldım. Hardt, Negri’ye kafa sallayarak karşılık verdi. Bilmediğim bir kaç isim daha söyledi. Bu sohbet sırasında bir yandan çileklerle cebelleşmeye devam ettiğimizi hatırlatmalıyım. Sohbet ederek relantide çalışmak sadece benim gibi stajyerlerin, gönüllülerin yaptığı bir şey değil. Hatta aslında benim gibi insanlar daha çok işi bitirmeye konsantre oluyor. Aktivitenin veya sektörün sorumlularının rahatlığını gördükçe aceleci tutumunuz sinirinize dokunmaya başlıyor. Hiç unutmuyorum, ekmek fırınında kullanılmak üzere dalları toplarken Sudan’lı arkadaşımız Hüseyin ile sohbet etmeye başladık. Bu işi organize etmeyi üstüne alan Marco göçmen mücadelesinde aktif benim yaşlarımda bir İtalyan. Marco, işini bırakıp sohbet etmek için yanımıza geldi ve biz yarım saat boyunca işi bırakıp sohbet ettik. Ne kimse bize bir şey dedi, ne de çeşitli şekillerde rahatsızlığını hissettirdi. Üzerinde bir zaman baskısı olmaksızın çalışmak… Ve işin garibi, bu haliyle planlanan işler çoğu zaman öngörüldüğünden daha hızlı bitiyor.
Helios’un endüstriyalizmle ilgili sorduğu sorunun nedenini akşamüstü yaptığımız sohbette anladım, daha doğrusu kendisi açıkladı. Bu sorunun sorulmasından bir kaç gün önce yemekhanenin olduğu binanın yanındaki avluda oturuyorduk. Oturduğumuz için kafam çalışıyor. Öğle yemeği sonrasında iki Longo Maï’linin de dahil olduğu bir sohbette Rojava üzerine konuşuyorduk. Nick, burada yıllardır Türkiye’yi ve Kürt sorunuyla ilgili gelişmeleri takip eden insanlardan biri. Longo Maï özellikle 80 darbesinde birçok Türkiye’den gelen mülteciyi ağırlamış. Nick’in ilgisi hala devam ediyor. O da benim gibi Rojava’yı olduğu gibi görmeye çalışan insanlardan biri, abartmadan anlamaya çalışıyor; uzaktan deklare edilenin dışında tam olarak ne olduğunu anlama arayışında. İzmir’deki Via Campesina’nın toplantısında çeşitli Suriye’den gelen insanların arasındaki anlaşmazlıklardan söz etti; Suriyeli olmak ve Rojava’lı olmak arasında yaşanan çatışmalardan. Masadakilere doktora tezimden sonra Rojava’nın tarım politikaları üzerine çalışmak istediğimi söylüyorum. Rojava’daki tarımla oluşturulan birikimin sonra nereye akacağını ve kolektifleştirme sürecinin nasıl geliştiğini merak ettiğimi aktarıyorum. Sovyetler Birliği’ndeki kolektifleştirmeyle oluşturulan birikimin endüstriye akıtıldığını, bu deneyimden hareketle Rojava’da bu sürecin nasıl gelişeceğini merak ettiğimi belirtiyorum. Ben bunu söyleyince Helios şaşırdığını söylüyor. “Kürt hareketi endüstriyalizme kavramını kullanıyor” diyorum. “Ama Bookchin’in endüstriyalizmi farklı” diyor. “Ama sonuçta endüstriyalizm” diyorum. Helios bu tartışmanın etkisiyle bana endüstriyelleşme hakkında ne düşündüğümü sorduğunu söyledi. Bana hatta primitivist olup olmadığımı mı sordu. “Hayır” dedim, “sonuçta bilgisayarda yazıyorum, elektrik kullanıyorum”. Ve bunu düşünürken ekolojik olan şeyin aslında ne kadar güncel koşullarla ilişkili olarak kurulduğunu bir kez daha farkediyorum. Ekolojik olarak tanımlanan şey aslında tarihsellik de içeriyor. Bunu bir dahaki yazının konusu olarak sonlandırıyorum. Zamana ihtiyacım var.