Kiraz Özdoğan
Tırmıkla toprağı ıspanak ekimine hazırlıyorum, bir anda kolumun altından sarıya kaçan beyaz bir kelebek geçtiğini farkediyorum. Kendimi bir çiçek gibi hissediyorum. Uçuşuyla gözlerimi alıyor, gittiği yere götürüyor; pır pır. Etrafı ağaçlarla ve yüksek çalılarla bahçenin dört bir yanına dağılmış, farklı farklı yerlerden gelen her yaştan insana dokunduruyor. Burada hep beraber toprağa dokunuyor ve sebze üretiyoruz; başımızda bir patron yok, toprağın sahibi diye bir kavram da yok. Kalabalıklaşmışız, yeni farkediyorum. Burası ZAD’ın kolektif bahçesi ve günlerden çarşamba; çünkü bugün, benim gibi dışardan gelenlerin kolektif bahçeyi “çapalayabilecekleri” sabit gün.
Tepemizde Nantes’a yazdan beri uğramayan yağmur bulutları var, yağmur yağacak ve ektiğimiz tohumları sulayacak. Bu toprakları, bir havalanı için beton yığınına dönüştürme çabası neden? Bir betonun üzerinde tohum, büyümek için nasıl bir savaş vermesi gerekiyor? F tiplerinin havalandırmasında büyütülmeye çalışılan limonun hikayesini hatırlıyorum. 19 Aralık operasyonunun ertesi günü, sağ kurtulmayı başarmış bir kadın, kıyafetlerinin üstüne yapışmış toprakları bir limon ağacına can olması için saklamış. Bir limon çekirdeği, bir gram toprakla filizlenmeyi başarmış, ama güneş olmadığı için büyümemiş. Böyle anlatmıştı 2004 yılında bir ölüm orucu direnişçisi. Düşünüyorum; ya ben ne oluyordum, cezaevinde değildim; ama ayağım betona basıp ciğerlerim egzozla doluyordu? Ne olacaktı sonum, izin verirlerse ve kalmışsa hala toprak.
Hep üşüyen ellerim kollarım hareket ettiğim için bile üşümüyor; dursam üşeyeceğim, hava benim için öyle soğuk, bir de nem var. Bu soğuk havada, şimdi yağmur damlaların süzüldüğünü bile göremeyeceğiniz kadar kapalı olan “sıcak” bir havaalanında olmak ve hatta orada çalışıyor olmak mı daha güzel olurdu? İnsanların sürekli uçağı kaçırma stresi altında bir yerden bire koşturduğu veya zıttına, bir şeyleri beklerken pineklediği bir havaalanında olmak mı? Yoksa, yağmur damlalarının tohumlarla birlikte benim de ıslatacağı, kolumun altından kelebek geçme olasılığının olduğu bu yerde mi? Olmak istediğim yerdeyim…
Beyaz kelebeği takip ediyorum, zihinsel hareketim onun uçuşundan hızlı. Beni Ece Temelkuran’ın okuduğum son kitabına (Devir) uçuruyor. Kitaptaki meclisin arşivine kelebek kurtlarını yerleştiren çocukların hiyakesini hatırlıyorum. Çocukların Ankara’nın beton sokaklarının arasında kalmış dut ağaçlarını, kelebek kurtlarını beslemek için nasıl tespit edip sonra da yapraklarını kopardıklarını; bunu nasıl büyük bir arzuyla, görev bilinciyle yaptıklarını anımsıyorum. Kelebekler, faz atlayıp arşivin karanlığında uçuştuklarında, insanların nasıl şaşırdığını ve meclisin kapılarının nasıl içerden açılmak zorunda kaldığını düşünüyorum. Kelebeklerin kanat çırpışı bu kadar güçlü mü?
Düşünüyorum, şimdi İstanbul’da olsam bir kelebek benim kolumun altından geçer miydi; beni alıp götürür müydü? Döneceğim yeri hatırlamak beni üzüyor. Yaptığım işe dönüyorum. Ispanak tohumlarının ekileceği toprağa bakıyorum. Bir gün önce, bu topraktan yapılan harçla taş bir yapının kerpiç sıvasının köşesini düzeltmeyi öğrenmiştim. Hayatımda ilk defa, kerpiçle çalıştığım gibi, bir de köşe yapmayı öğrenmiştim. Samanla karışmış ıslak toprakla çalışırken doğal olmayan ve her seferimde başımın ve ciğerlerimin ağrımasına yol açan kimyasal kokuları hissetmemek beni mutlu etmişti. İşte ben de, binlerce yıldır yapıldığı gibi, toprakla evin bir köşesini yapmayı öğrenmiştim. Evet, çok harika değildi; ama yazı yazmayı öğrenmekten daha kolay gelmişti. Bunu bana öğreten, bu işi bir iki gün önce öğrenmiş genç bir alman kadındı. Benim gibi o da misafirdi. Evet, şimdi burada binlerce kilometrelik bir havaalanı ve onun bağlantı yolları olsaydı, ben onunla tanışıp duvarın köşesini -amatörce de olsa yapmayı öğrenir miydim? Verdiğim molada, bir sanatçının avlanmayla ilgili yaptığı çalışmanın hikayesiyle tanışabilir miydim. Ertesi gün harç yapmayı, elimdeki kovalarla normalde olsa asla çıkmayacağım bir merdivenden çıkmayı, sonra taş duvarın üstüne ilk sıvayı yapmayı öğrenir miydim?…
Sorularımdan yoruluyorum. Bu sosyal bilimci hastalığı, bana çok soru sorduruyordu. Ama yaşadığım O’halde bile “normal” hayatla karşılaştırmadan yapamıyordum. Kaldığım evin, eski olmasına rağmen beton duvarlarını, boyamak veya basit bir tamir için bile usta bulmak zorunda kalışımı hatırlamaktan kendimi alamıyordum. Burada ise hep beraber, arada çay ve kahve eşliğinde “ücretsiz” olarak özgürce çalışmak; sonra hep beraber yemek yemek; farklı dillerle ve insanlarla tanışmak… Tüm bunlar, benim “normal” hayatımda her ne kadar politik olarak bir yerlerde tutunmaya çalışan bir insan da olsam sıradan değildi. Ve ben, bir kaç gün sonra bir trene ve uçağa atlayıp Sabiha Gökçen’in bir zamanlar yeşil olan arazisine inmek ve o benzin kokusunu içime çekmek zorundaydım. Sonra köstebek gibi yerin altında nefes almaya çalışmak. Her anlamda hayatın trajedisi. Halbuki kafamızda patronun, bir belediye başkanın, yöneticilerin olmadığı; bir şeylerin uzmanlarıyla birlikte çalıştığımız, sohbet ettiğimiz; tepemizde yağmur bulutların özgürce gezdiği, yağmur damlaların sele neden olmadığı bir yaşam kurmak bu kadar imkansız mı? Yoksa biraz kendi rızamızla da yarattığımız sıradanlıklardan, normalleştirmelere mahkum muyuz? Ben ilkini düşlüyorum; tıpkı uçakların değil, kelebeklerin uçtuğu bir yaşamın parçası olmak isteyen ZAD halkı gibi. Pırpır.