Sadık Çelik / Kedistan
Sanıyorum iki yıl kadar önceydi… ZAD NDdL Otonomu’ndaydım ve o günlerde Almanya ‘daki Hambach Forest direnişçileri bir dayanışma çağrısı yapmışlardı. Direnişe fiili destek olmak için yola çıkmak gerekiyordu. Bir ya da iki kişi yeterliydi. Durumu en uygun bendim ve hemen hazırlanıp yola koyulmuştum bile. Güzargahım gereği önce Paris’e gidecektim ve orda bir kaç gün bir arkadaşımda kalıp Almanya’ya geçecektim. Paris’e geldim ve arkadaşımı aradım. Çok geçmeden arabasıyla beni almaya geldi. İşte o gelen arkadaşım, Bome’ydi.
Arabasından büyük sırt çantamı bagajına yerleştirip doğruca onun aile evine gittik. Bome ile ilk olarak o elli bin kişiyi aşan ZAD buluşmasında karşılaşmıştık. Kedistan ekibi olarak bu büyük buluşmanın ve güzel tanışmanın bir hatırası olsun diye de biralarımızı DAYANIŞMA için havaya kaldırmıştık. Dayanışma devam ediyordu…
Bome, banliyö yollarında…
Paris’te, Bome’nin aile evinde misafir bir ZAD’lı olarak kaldığım o birkaç gün, farklı bir tanıklığa da ev sahipliği yapacaktı. Çünkü Bome bir otobüs şoförüydü ve bu benim çok ilgimi çekmişti. Ona eşlik ederek geçen birkaç günüm boyunca, her gün servise onunla başlayıp onunla bırakıyordum. Bütün banliyö duraklarında inen-binen renkli insan yüzlerine, hal ve davranışlarına, gülümsemelerine, somurtmalarına, çeşit çeşit cep telefonlarıyla çeşit çeşit dillerle bağıra bağıra konuşmalarına, dedikodularına, biletsizlerine, işçilerine, işsizlerine, kağıtsızlarına, uçuklarına kaçıklarına, yani kısacası, Paris’in “öteki”lerine tanık oluyordum. Paris’te Bome’nin aile evinde ve banliyö hattında geçen günlerimi “Birgün bir yerde yazmak üzere…” diyeli epey zaman olmuş. 8 Mart’ı bekleyecekmişim demek ki…
Bome ile yaptığım söyleşiye geçmek istiyorum şimdi.
Sadık: Kısaca kendini tanıtır mısın?
Bome: Kısaca, bir sürgün çocuğuyum, sonra bir coğrafyadan bir öteki coğrafyaya göçmenim. Yani önce bulunduğun coğrafya içinde sürgünsün sonra belirlenmiş bir ülke sınırları dışına çıkarsın, başka bir ülkede sıfırdan başlamak zorunda kaldığın bir hayat… Iste, böyle bir yerden başlarsın, zor olanı da budur… Böyle bahsetmek istiyorum kendimden.
Sadık: Otobüs şoförü olmak da nerden aklına geldi?
Bome: Otonom bir meslekte çalışmak istedim. Bir de mesleklerin kadın ve erkek olarak belirlenmiş olması bana hep ters gelmişti. Otobüs şoförlüğü, bu koşullarıyla bu mesleğe yönelmeme neden oldu.
Çalıştığım şirket şehir işi toplu taşımacılığı yapan özel bir şirket. Aslında uluslararası bir şirket, hissedarları var. Değişik ülkelerde taşımacılık sektöründe yer alabilmek için daha küçük şirketler kuruyorlar. Fransa’da bir çok kanun, “kamu ve özel sektör partnerliği” denen bir prensip çerçevesinde, devlete özel şirketlerle çalışma imkanı veriyor. Hatta özel şirketler devlet yardımı bile alabiliyor. Bu tip avantajlardan yararlanmak için kuruluyor bu küçük şirketler.
Sadık: Seviyor musun işini, yoksa saatini doldurup bir an önce eve gitmek mi istiyorsun?
Bome: Önceleri severek yaptığım işti. Yılların verdiği yorgunluk ve zamanla kendime sorduğum soru bu. Neden bir insan hayatını bir iş karşılığında satmayı kabul eder diye düşündüğüm de oluyor. Yani, bugün pek severek yapabildiğim bir iş değil. Sonra anlıyoruz ki, bu “zorunlu kölelik”. Bunun başka bir ismi yok. Çalışmak: “zorunlu kölelik”. Yani sistemin bize sunduğu para ile alış verişli hayat çalışmaya zorunlu tutuyor.
İyi bir vatandaş devletin iyi müşterisidir. Devletler doğaya ait olan ne varsa kölelerine ürettirir ve sonra o kölelerine geri satar. Budur bize ballandırılan iş hayatı ve kariyerler. Sonra, en çok devlet için çalışmak zorunda kaldığımızı anlarız. Yani, anlayan, anlar…
Sadık: Gündelik mesainden iş güzargahından bahseder misin biraz ? İşe nasıl başlıyorsun nasıl bitiriyorsun ?
Bome: Otobüsler toplu taşımacılığın önemli bir parçası ve insanların gündelik yaşamında olması gereken bir servis elbette ama çalışma şartları bizler için kolay değil. Günün farklı saatlerinde işe de başlamak, dengesiz saatler, dengesiz günler, vardiya programı ile belirlenmiş mesailer… Bunların yan etkileri olarak meslek hastalıkları, fiziksel ve psikolojik problemleri göz önünde bulundurarak çalışmak zorunda kalıyoruz.
Haftada 35 saat çalışıyoruz. Ayda iki hafta sonu cumartesi ve pazar günleri çalışıyoruz. Hafta sonu çalıştığımız zaman hafta içinde 2 gün dinlenme günümüz oluyor. Günde 7 veya 8 saat çalışıyorum. 8 saat çalıştığım gün bir başka güne 6 saat düşüyor. Yani, Fransa’da 35 saat yasası olduğu için, haftada toplam 35 saat yapmak üzere, saatler günlere dengesiz bir şekilde bölünüyor. Ben öğleden sonraları çalışıyorum. Güne 12’den sonra, belirlenmiş bir program içinde her hangi bir saatte başlıyorum. Mesela saat 14:34 olabilir ya da 15:21. Böyle dakikaların bile değiştiği iş saatleri… Mesai saatlerimiz de her gün değişir. Sabit belirlenmiş saatlerimiz yoktur.
Ben bize sunulan vardiyalardan öğleden sonraları çalışmayı tercih ettim çünkü sabahları uyuyabileceğimi düşündüm. Çünkü yıllarca geceleri saat 4’te işe başlamak çok yorucu olmuştu.
Her gün kaç kilometre katettiğimizi belirleyemiyorum. Düşün, 7 saat hiç durmadan, küçük bir mola vererek, kesintisiz direksiyonda kalmak zorundasın. İnan bana, günde 7 saat otobüs kullanmak, 700 km’ye bedel ! Şehir içinde, öteki sürücülere, yolculara, duraklara, ışıklara çok dikkat etmek gerekiyor, ve bu çok yorucu bir şey.

Sadık: Çok kadın sürücü var mı?
Bome: Var. Ben bu mesleğe başladığımda kadın şoför olarak sadece 5 kişi idik. Bugün ise kadın şoförler çoğaldı, 350 personel içinde 35 kadınız. Ücretlerimiz konusunda ise, kadınlara ve erkeklere verilen aylık maaş arasında farklılık yok. Genelleme bir aylık var, belirlenmiş ücretler herkes için geçerli.
Seninle söyleştiğimiz şu saatler, yani öğleye doğru, işte en sevdiğim saatler… Ve bitmek üzere…
Sabah çalışsan gecen yok, öğleden sonra çalışsan akşamın yok… Zor bir şey… Hafta sonları çalışmak ise, sosyal yaşamının büyük bir bölümünü götürüyor. Uykuların tahribata uğruyor…
Ha, bir şey unuttum, kısa süre önce, “Şehir taşımacılığı anlaşması” geçerli sayıldı ve 10 yıldır ilk kez aylıklarımızda büyük oranda yükselme oldu. Tabii ki 10 yılımız da kayboldu, yani patron hırsızlığını yaptı…
Sadık: 10 yılımız kayıp derken?
Bome: 10 yıllık paramız ödenmedi. Patron kâr yaptı.
Sadık: Geriye dönük bir ödeme olmadı yani?
Bome: Olmadı. Yani “Şehir taşımacılığı anlaşması” denilen bir şey var, bize ise o anlaşma değil, hep komün taşımacılığı uygulandı. Dava açıldı, mahkeme 10 yıl sürdü. En sonunda 1 yıl önce sonuçlandı. Ama onlar şirketi satarak bundan sıyrıldılar. Patron aynı patron ama statü değişti. İşte ancak şimdi avantajlarlardan yararlanabilir olduk. Bu ay sonundan itibaren uygulamaya girecek.
Sadık: Davayı sendika açtı değil mi?
Bome: Evet. Sendikanın ismi “SUD”. En son geçen gün grev ilanı verdik ve masaya oturmak zorunda kaldılar. Bütün görüşmelere rağmen, büyük şehir taşımacılığının getirdiği avantajların sadece yarısını verdiler. Kalan hakları, yani elde edemediğimiz hakları da 2018 yılında vererek tamamlayacaklar.
Sadık: Sendikada kadın temsilci var mı?
Bome: Var tabii ki! İki tane. Mesela ben heyetteyim.
Sadık: Sendikal mücadeleye inanıyor musun? Ve sana göre nasıl bir mücadele olmalı?
Bome: Evet ve hayır. Yani iş gücünü satmakla alakalı aylık ücretler anlaşmasında sendikanın rolü. İşte sadece bu kadar !
Sadık: Politik anlamda nerede görüyorsun kendini?
Bome: Bunu hiç sormasan ! Biliyorsun ya, çalışmak bizlere dayatılmış… Başkaldırmak gerek. Hem de “topyekün”. Bütün bunlar bir politik duruş ve tutumla ilgili. Yaşasın anarşi. Değil mi? Öyle tabii… Bak bu gezegenin bize sunduğu nimetleri gene bize satmak için bize ürettirip, kendi ürettiğini satın almak için çalışmak zorunluluğu var.
Sadık: Mesela şu, yani sendikal mücadelenin kendi içindeki evet’leri hayır’ları daha çok bir reddiyet üzerinde ise, bu başka bir politik konumlanış olmaz mı?
Bome: Olmaz olur mu! Sendika iş gücünü pazarlar. Grev de böyle bir şey iş gücünü pazarlamaktır. Emek gücü yani artı değer farklı bir şey. Sendikanın görevi pazarlamadır. Politik çözümü getirmez. Ekonomik taleplerdir.

Sadık: Kaç sendika var sizde ?
Bome: İş yerimizde 4 sendika var. “İşçinin iş gücünü ne kadara satmak gerektiğini tartışan sendika” böyle düşünüyorum bu sarı sendikalar hakkında.
Benim de şahsen katıldığım ve içinden izlediğim “Nuit debout” “Gece ayakta” hareketinden bahsetmek istiyorum biraz. Siyasi iktidarın artık işlemediği çöküşünü yaşadığı doğru bir tespit idi. Ama siyasi gücü elimize almak da pek o kadar kolay olmayacaktı. Başından beri en böyle düşünüyordum, çünkü “Gece ayakta”, ne kadar anarşistlerin çalışmaları ile başladıysa da içinde, öncülük yapan, devletin sağ kolu sarı sendikalar vardı. Hareketi boğmaya gönüllü sendikalar…
Bir sendika emek gücünü tartışmaz, iş gücünü tartışır dedim ya… Sarı sendikalar patron ve devlet için aslında bir avantajdır. İsyanın gücünü bitirir dolaysıyla siyasi gücü geri almak yerine sendika ile içeriği boşaltılmış bir anlaşma ile bitirilmeye çalışılır. Sendikaların içerden boğduğu “Gece ayakta” da yine ihanet ile sonuçlandı. “Gece ayakta” bitti diyemiyorum, bu yalan olur. Komün direnişinden bu yana ilk kez bir yerlerden bir kıvılcım başlatıldı ve bunun bir devamı mutlaka olacaktır.
Olması da gerekir, zira “Gece ayakta” sadece devletin sunduğu iş şartları ile alakalı değildi ve bir çok önemli konuya değindi. Sorun global sistem sorunu idi. Ya klasik işçi hareketlerine yenilmeyecek ya da dağılarak eski dünyanın küllerine karışacaktı…. Ne yazık ki, 31 mart 2016’da başlayan ay süren hareket sendikaların sayesinde Bastille’de boğulmaya mahkum edildi. Ama gelen sıkıntılı günlerde durumun değişmesi şart olası. Gecikmeli olacak, ama yolda…

Sadık: Yolcularla iletişimini merak ediyorum. Tanık olduğum kadarıyla oldukça sıcak, samimi, esprili bir iletişimin var. Onlarla aranda problemler de oluyordur sanırım ?
Bome: Tanıdığım bir alan iletişim. Yılların deneyimi sonucudur ama, biraz açıklık gerekirse; yolcular kim olduğu ne zaman nasıl davranacağı belirli ve belli olmayan bazen de özel vakaları olan insan tipleri ile doludur. Otobüse binenler, bir şehirde yaşayıp da sadece günlük uğraşları ya da işlerine gidenler değildir. Şoför olarak, kim ile ne zaman karşılaşacağının belli olmadığı bir yerdesin. Karşılaştığın insanlar, kendi yaşamlarının, şartlarının etkisi ile değişik ruh durumlarında olabiliyorlar, ve değişik tepkiler verebiliyorlar, hatta sorunları varsa, agresif da olabiliyorlar.
Tabii ki problemler yaşadım ve yaşamaya devam da ediyorum. Aslında koskoca şehide, sana emanet edilmiş bir yerdesin. Her ne kadar güvenlik önlemleri var denilse de, sonuçta orada tek başınasın. Ayrıca güvenlik çalışanlardan çok, yolculara dönük. Zaten polis de, güç gösterisini daha çok, göçmenlerin yaşadığı yerlerde yapar. Son iki yıldaki izlenimlerim ise söyle: Banliyöler gittikçe daha çok göçmen ve sığınmacıyla dolup taşıyor. Yanlız banliyöler degil, Paris’in içi de buna dahil.
Halkın ve günlük yaşamın tam merkezinde çalışan biri olarak, gözlemlerimden anlıyorum ki, gördüklerim asrın göç olayının başlangıcını işaret etmektedir. Fransa’da, örneğin parklar, köprü altları, ücra mekanlar işgal ediliyor, “bidon-ville” (teneke-şehir) dediğimiz gecekondu yerleşimleri gibi yerler açılıyor. Polis ise bu mekanları, basına yansımasın diye gece yarısı gizlice yıkıyor.
Mesai saatlerimde, şehirde dolaştıkça, bütün bunlar gözlerimin önünden birer birer geçiyor. Bir kaleden şehri izler gibiyim. Ve bu bire bir tanıklık bana kendimi hiç de iyi hissettirmiyor.
Sadık: Peki, hiç kaza yapmış mıydın yada polisiye bir olay oldu mu kavga hırsızlık taciz vb? Bir de çok sık bilet kontrolü var değil mi?
Bome: Evet. Bir kere küçük bir kaza oldu. Basit bir kazaydı. Fazla bir zarar yoktu, pencere kırıldı sadece. Polisin söz konusu olduğu olaylar da oluyor tabii ki.
Polis müdaheleye gerek duyulup da çağrıldığında, hep geç gelir. Polis geldiğinde olay yaşanmış, bitmiştir artık… Sonrasında şubeye gidilir, şikayet dilekçesi verilir, ve bütün bu başvurular sonuçsuz kalır.
Ama yalnız bu değil. Polis baskın da yapabiliyor. Bilet kontrolünü aslında sadece kontrol memurları yapar, ama bizde polis ve kontrol memurları ani baskınlarla gelirler. Aslında polis özel şirketlerle çalışmaz ama özel sektörü korur. Bahanesi kimlik kontörülüdür ama özel sektörün sermayesini korumak için buradadır.
Fransa 14 Kasım 2015’den beri OHAL altında olduğu için, kontroller sıklaştı ve polisin keyfi kararıyla yapılan baskınlar da gözlemleniyor. Benim güzergahımdaki 3 ayrı semt, göçmenlerin çok olduğu semtler. Polis özellikle o duraklarda bekler. Kaçak durumunda olan kişiler polisin ani baskınlarından çok korkuyor. Dayanışmayla birbirlerinin kimliklerini kullanıyorlar, bunun ortaya çıkmasından korkuyorlar. Maddi durumları da genellikle yetersiz. Kimlik kontrolünde yakalanmak ayrı bir korku, biletsiz yakalanıp, bilet fiyatının 40 misli bir ceza ödemeye mecbur olmak ayrı bir sorun…
Sadık: Bugün 8 Mart, bugüne ve yarına neler söylemek istersin ?
Bome: Tarihte direnen kadınların kazanımları oldu ve bunu bitmiş, olmuş bir zafer gibi, bayram gibi kutlamak, kutsamak, mücadeleye noktayı koymak demektir. Takvimde günü geldiği için, o gün herkesin kadınlar günü kutlamalarını ahmakça buluyorum. Ve bugün “8 Mart” sadece kadınların sorunuymuş gibi, herkesin o gün sadece ve sadece kadınlara yüklenmeleri bana çok saçma geliyor.
8 Mart’ın ismini “Kadınlar günü” koymak, o tarihi, tıpkı sevgililer günü kutlarmış gibi kutlamak saçmalığına yol açıyor. Başka 8 Mart’lar yaratmaya kararlı mıyız ? Esas soru bu…
Sadık: Fransa’da kadın deyince aklıma hemen Paris komünü ve Louise Michèle geliyor. Louise Michèle’den bugüne kadınların talepleri hala devam ediyor ; sence daha ne kadar sürer bu ?
Bome: Louise Michèle’in dediği gibi; ‘Özgürlükten yanayız ve bunun, kökeni ve biçimi ne olursa olsun, ister dayatılmış, ister seçilmiş olsun, kralcı ya da cumhuriyetçi olsun herhangi bir iktidarın varlığıyla bağdaşmayacağına inanıyoruz’. ‘Eşitlik olmadan özgürlük olamaz! Bizim istediğimiz eşitlik, özgürlüğün ön koşulu olan fiili eşitliktir.’
Eşitlik sadece insanlar içinse, yarım kalmış bir özgürlük mücadelesidir. Oysa, hayvanların boğazına inen hançeri, ağaçları deviren testereyi ve kadınları öldüren bıçağı aynı el tutmaktadır. Çünkü sistem, doğayı da, hayvanı da, insanı da, kendi talan üretimine koymuştur. Tuhaf olan hala insanların ve kadının anlamadığı -ki buraya dikkat çekmek istiyorum-, insanın kendisi için hak, adalet, özgürlük, eşitlik, isterken, bilinçsizce kendisine uygulanan eşitsizlik, haksızlık, adaletsizlikleri, hayvanlara uygulamasını trajik buluyorum. Kadın ve hayvan aynı kaderde birleşir çünkü… Türcü egemenliği red etmeden, erkek egemen sistemden kurtuluşun mümkün olmadığınını düşünüyorum…
Sana yapılmasını istemediğin haksızlığı öteki canlılara uygulanmasını istememekten geçer buna hayvanlar dahil. Bir ineğin üretim için uğradığı tecavüz ve tacize ortak olduğunu biliyor musun? Ve sonra o ineği yediğini biliyor musun? Kadın ile kesişen noktalarda adil olmak için, yasalar tür ayrımcısı olmamalı. Dünyada yaşayan canlıların çoğu insan türünden değil. Tür ayrımcılığı, en derinlere kök salmış ve en çok zarar veren bir adaletsizlik çeşidi. Yani henüz yol uzun. Hak, adalet, özgürlük, eşitlik, yolu, hissetme yeteneği ve duyguları bulunan bütün canlılar eşittir dediğimizde kat edilmeye başlar.
Sadık, ben ise geç kalmadan gideyim. Bugün saat 11:59 da başlıyorum. 11:59’uncu dakika nedir, düşünebiliyor biliyor musun ? Kafa karışıklığı yaratır sabit düşündürmez. Saat 12 diyemiyorsun yanı ! 6 buçuk saat için çıkıyorum yola… Haydi eyvallah !
—-
Bome, hala Paris banliyö otobüs hattında direksiyon başında, umutları, yarınları kırık yolcularını güleryüzle taşımaya devam ediyor…
Bome’nin şu sözleri kulaklarımda asılı hala: “Başka 8 Mart’lar yaratmaya kararlı mıyız?”